Korku Değil, Umut: İnsan Hakları İletişimi İçin Yeni Bir Model

19 Eylül 2019
Thomas Coombes, 20 Eylül Cuma günü Hafıza Merkezi'nin düzenleyeceği İnsan Hakları İletişiminin Geleceği başlıklı panelin konuşmacılarından. Hafıza Merkezi, Thomas’ın insan hakları iletişimi ve umut  üzerine bu yazısını, panel öncesi iyi bir okuma olacağını düşünerek Türkçe’ye çevirdi. 

2017 yılında, iletişime olan yaklaşımım tamamıyla değişti. Son birkaç ayı ABD’de sosyal amaçlar üzerine uzmanlaşan iletişimcilerin gerçekleştirdiği çalışmalarla haşır neşir olarak ve dünya çapında insan haklarıyla ilgili yapılmış hedef kitle araştırmaları üzerine çalışarak geçirdikten sonra insan hakları iletişiminin korku ve tehdit değil, umut ve fırsatlar üzerine olması gerektiğini anladım.

Kırk yıl önce bugün, 10 Aralık 1977’de Uluslararası Af Örgütü, Oslo’da Nobel Barış Ödülü’nü aldı. Nobel Komitesi, ödülü sunarken Af Örgütü’nün işkence ve idam cezasıyla ilgili çalışmalarının ve hepsinin ötesinde düşünce mahkûmlarını desteklemede oynadığı benzersiz rolün altını çizdi:  “Af Örgütü, belki tam da, bir mahkûm çaresizlik ve yıkımın derinliklerine battığı sırada, onun kaldığı hücrede bir umut meşalesi yaktı.”

Bugün, insan hakları hareketinin bu umut meşalesini tüm dünyada yakmasına ihtiyaç var.

Öte yandan, insan hakları örgütlerinin iletişimi çoğu zaman umutlu olmaktan çok, kızgın ve karamsar olmak için daha fazla sebep sunuyor.

Bir Çin atasözünün yer aldığı Uluslararası Af Örgütü posterlerinde denildiği gibi “Karanlığa lanet okumaktansa bir mum yakmak yeğdir. ”

[İnsan hakları seçili bir grup insan için değil, her yerde herkes içindir. Her zaman herkesin hakları için seferber olacağız.]

Yeni izleyici araştırmalarının hepsini bir araya getirdiğimizde anlaşılıyor ki, ne zaman karanlığa küfretsek ya da umut yerine korkuyu tetiklesek insanları kaybediyoruz. Daha fazla mum yakmamız gerekiyor.

Umut olmaksızın insan hakları neden ilerlemez

İnsan hakları hareketi uluslararası insan hakları hukuku ihlallerini teşhir etmeye ve çizgiyi aşan hükümetleri ve şirketleri ilan edip utandırmaya odaklanageldi.

Politikacıların utanmaz olduğu bir zamanda “İlan et ve Utandır” stratejilerine bel bağlamaya devam edebilir miyiz?

Eğer geçmiş birkaç yıl bize bir şey öğrettiyse, o da yalnızca kanunlara ve uygulanışlarına odaklanmanın yeterli olmadığıdır. George Orwell’in 1945 tarihli makalesi Park’ın Özgürlüğü’nde [Freedom of the Park] belirttiği gibi:

Sahip olduğumuz görece özgürlük kamuoyuna bağlıdır. Hukuk korunma sağlamaz. Hükümetler yasaları yapar, fakat bunların hayata geçirilip geçirilmediği ve polisin nasıl davrandığı ülkenin genel nabzına bağlıdır. Eğer geniş insan kitleleri ifade özgürlüğüne ilgi gösterirse, ifade özgürlüğü, her ne kadar yasalar onu yasaklasa da olacaktır; eğer kamuoyu rehavet içindeyse, sakıncalı bulunan azınlıklara, onları koruyan yasalar olsa dahi zulmedilecektir.

Sahte haberler, anlatı hakikati ve siyasi saçmalıklar çağında öğrendiğimiz bir diğer şey gerçeklerin de yeterli olmadığı. Özellikle insanlara yanlış düşündüklerini söylemek, eğer bu onların değerleri ve inançlarıyla çelişiyorsa, tam tersi sahip oldukları fikirleri daha da güçlü kılmaya sebep olabiliyor. Buna ‘doğrulama yanlılığı’ [confirmation bias] adı veriliyor ve konuya odaklanan insanlar hem kalpleri hem de akılları kazanmak için duyguları ve gerçekleri bir arada kullanmamız gerektiği konusunda bizi uyarıyorlar.

Hikâyeler dahi, eğer onları nasıl anlattığımız konusunda dikkatli olmazsak tek başına yeterli değildir. Ruhsal uyuşma [psychic numbing] üstüne yapılan çalışmalar birden fazla insandan bahsetmeye başladığınız anda dinleyici kitlenizin hikâyenizin kahramanlarına sempati beslemede zorlanmaya başladığını gösteriyor.

Yani kamuoyunu kazanmak için insan haklarını popülerleştirmek gerekiyor. Bunun için de hukuktan, gerçeklerden ve hikâyelerden fazlasına ihtiyacımız var.

Utancı harekete geçirmek yerine umudu harekete geçirmeliyiz.

Birleşik Devletler’de odak gruplarla çalışan dilbilimciler ve psikologlar ikna edilebilir kitleleri, yani tartışmalar sırasında duydukları farklı argümanlarla çatışmaya düşüp değerleri, inançları ve dünya anlayışları temelinde bir karar varmaya çalışan kararsız insanları kazanmak için olumlu duyguları tetiklememiz gerektiğine işaret ediyor.

İşi, her gün gerçekleşen korkunç insan hakları ihlallerini ifşa etmek olan bir hareket bu zorluğa karşı nasıl bir tutum benimser?

Bu mültecinin hikâyesi insan hakları hakkında bugünkü düşünüş biçimimi değiştirdi

İnsan hakları konusunda dünyada ne noktada olduğumuzu özetleyen bir hikâye var.

Bu Sara adında bir mülteciyle ilgili.

Bir gün gizli polis onu ve ailesini aramak için geldi. Böylece Sara ve kocası kaçtılar ve onları dağlardan geçirerek sınıra kadar götürmesi için bir kaçakçıyı tuttular.

Çok zahmetli bir yürüyüş sonrası passeur onları sınıra kadar götürdü, fakat sınır, üstünde dikenli teller olan yüksek çitlerle çevriliydi. Yetkililer sınırı kapamış ve onun gibileri geri gönderiyor, bekleyen kadere teslim ediyordu.

Sara hamileydi ve kocası cesaretini kaybetmiş ve geri dönmeye hazırlanırken, içinde taşıdığı yaşam ona tırmanmaya başlama enerjisi verdi. Elleri ve bacakları kanıyordu, fakat yılmadı ve kocası da onu izlemek zorunda kaldı. Ülkeye girdiklerinde sınır muhafızları hamile bir kadını sınır dışı edemeyeceklerine kanaat getirdiler.

Böylece onu kocasıyla birlikte sığınmacı belgelerini dolduracağı bir polis karakoluna götürdüler. Kocası formda neden sığınma istedikleri sorusunun cevabı için bırakılan boşluğa “Yahudi olduğum için” yazmıştı.

1942 yılıydı ve Sara Dawidowicz, Fransa ve gestapodan yeni kaçmış ve Alpleri geçerek İsviçre’ye gelmişti. Savaş yıllarını Cenevre’nin doğusundaki bir mülteci kampında geçirdi, kocası ise bir çalışma kampında çalıştı. Bu sürede doğum yaptı.

Büyükannem teyzemle birlikte İsviçre’deki bir mülteci kampında.

O hayatta kalmasıydı ben bugün burada olamayacaktım. Sara benim büyükannemdi.

Bu bir hüzün hikâyesi mi? Yoksa bir umut hikâyesi mi?

İnsan hakları alanında çalışan birçok insan için olduğu gibi, bu benim için de kolay değil. Aile öykümden dolayı, temelde dünyaya olumsuz bir bakışım var ve bu bugüne iletişim kurma biçimimi etkiledi.

Şimdiye dek büyükannemin hikâyesini ve ailesinin geri kalanın neredeyse hepsinin toplama kamplarında öldürülmüş olmasını dünyaya olumsuz bakmamın bir nedeni olarak gördüm.

Fakat, (Kathryn Sikkink’in umuda neden ihtiyacımız olduğunu anlatan mükemmel kitabında alıntılandığı üzere) insan hakları savunucuları bugün Mısır ve Türkiye gibi ülkelerdeki duruma çaresizlikle bakarken ve bizler olumlu iletişimin gücü hakkında daha fazla şey öğrenirken, artık ailemin hikâyesini daha farklı görebileceğimi anladım.

Doğrudur, ailemin hikayesi benim için hâlâ hüzünlü bir hikâye. Fakat artık onu bütün engellere rağmen bir hayatta kalma hikâyesi olarak da görüyorum. Umut, en karanlık zamanlarda bile vardı. İnsanlar hayatta kaldı. Bu da şimdi de umudun olması gerektiğini anlatıyor. Ve ben bugün, Sara’nın umudunu kaybetmeyi reddetmesi sayesinde buradayım.

Büyükannem, büyükbabam ve teyzem savaş sonrası tekrar Fransa’da.

Sara’nın hikâyesinin kulağa 2017’de geçiyormuş gibi gelebilmesi bize bugünün dünyasının durumuyla ilgili bilmemiz gereken her şeyi anlatıyor.

Böylece Af Örgütü’nün bu yılki yıllık raporunda neden “daha da bölünmüş ve tehlikeli bir dünyadan” bahsedildiğini anlayabiliriz.

Peki, insan haklarını popüler hâle getirmek için verilmesi gereken doğru mesaj bu mudur?

Bilişsel dilbilimci ve iletişim uzmanı Anat Shenker-Osorio uzun vadede bunun en doğru yaklaşım olmayabileceğini belirtiyor. O, korku ve tehlikeden bahsetmenin insanları daha mmuhafazakâr ve savunmacı yaptığını söylüyor.

İnsanların rasyonel ve empatik tepkiler vermelerini sağlamanın yolu onların daha güvende hissetmelerini sağlamaktan geçiyor. Bu yüzde öfke ve korku gibi olumsuz duygular yerine, kararlılık, empati ve umudu ortaya çıkarmaya ihtiyacımız var.

Kamuoyunu yanına çekmek için sürdürülen mücadelede insan haklarıyla ilgili olumlu iletişim kurmanın dört yolu ise şunlar:

Adım 1: Korku değil, umut

İletişim kurma biçimimizin insanları nasıl etkilediğini anlamak için beyinle ilgili birtakım temel bilimsel olgulara bakmak faydalı olabilir.

Üst kısım: Evrimleşmiş Yeni Üst Beyin / Bolluk – Güven – Neşe. Alt Kısım: Hayatta Kalmaya Dönül Alt Beyin / Kaygı – Endişe – Stres

Korku ve tehlike beyinde temel ilkel savunma içgüdülerini tetiklerken, bu savunmacı politik dürtülerin ortaya çıkmasına yol açıyor. Öte yandan güvenlik ve sakinlik beynin üst kısmını desteklerken, daha fazla empatiyi ve kucaklayıcı politik dürtüleri ortaya çıkarıyor.

Dolayısıyla, insan haklarıyla ilgili insanlar “daha tehlikeli bir dünyadan” bahsettiklerinde aslında bir korku tepkisini tetiklemiş oluyorlar. Bu korku tepkisini her tetiklediğimizde aslında kaybediyoruz. Ben bunu bütün kariyerim boyunca yaptım!

Dahi iletişimciler Robert Perez ve Amy Simon, nörobilimin toplumsal kampanyalarda kullanılmasıyla ilgili ayrıntılı yazılar yazdılar. Yazılarında insanları “beynin alt katından” – ilkel ‘savaş veya kaç’ içgüdüsü — uzaklaştırıp diğerleri için empati duyabildikleri “beynin üst katına” yaklaştırmaktan bahsediyorlar.

Michelle Obama “Onlar aşağı gittiklerinde, biz yukarı gideceğiz.” diyerek birçok açıdan hedefi tam ortasından vuruyordu.

Bunun doğrudan yarattığı siyasi sonuçları ancak anlamaya başlıyoruz. Fransa’da yapılan bir anket, ağırlıklı olarak korku ve öfke hisseden seçmenlerin Francois Fillon ve Marine le Pen gibi göçmen karşıtı adaylara oy verdiğini, coşkulu olanların ise ilerici aday Emmanuel Macron’a oy verdiğini gösteriyor.

Bu kolay değil, ama olumlu duyguları tetiklemenin bir yolunu bulmalıyız: korku, tehlike ve öfke yerine empati, neşe, kararlılık ve dayanışma.

Mültecilere yönelik tutuma bakın. İnsanlara mültecilerle ilgili endişe duyup duymadıklarını sorduğunuzda size evet diyeceklerdir. Fakat insanlar bir mülteciyle yüz yüze geldiklerinde yardım etmek isterler — bu yalnızca insan doğasıdır. Örneğin Globescan insanlara savaş ve zulümden kaçanların sığınma hakkına inanıp inanmadıklarını sorduğunda, insanların cevabı sadece evet oldu; söyledikleri hükümetlerinin yardım için daha fazla şey yapması gerektiğiydi.

[Tweet: Yeni ‪@amnesty anketi devletlerin teslim ettiğinin aksine insanların mültecileri kabul etme konusunda daha istekli olduğunu gösteriyor. ‪#mültecilerhoşgeldi. Görsel: Mültecileri Karşılama Anketi: Savaş ya da Zulümden Ülkenize Kaçan İnsanları Şahsen Kabul Eder misiniz? Evet Diyenler.]

Çoğu, mültecileri evlerine alma konusunda istekliydi. İnsanların içgüdüleri doğru şekilde çalışıyor, onları engelleyen ise duygular. Krizden bahsettiğimizde ve insanlar korktuğunda, savunmacı, kucaklayıcı olmayan bir politikanın sağlayacağı güvenliği arıyorlar.

Politikacılar korku ve güvensizlik uyandırmak için duyguları manipüle etme konusunda uzmanlaştı.

Uluslararası Af Örgütü’nde biz de, katılımcıların mültecilerin gerekçelerini anlamadıklarını, krizin ve boyutun verdiği hissin altında ezildiklerini söyledikleri odak grup toplantıları gerçekleştirdik. Sorunun nasıl çözülebileceğini bilmiyorlar, bu sebeple konuya sırtlarını dönüyorlar.

İnsanların karar verme biçimleri her zaman rasyonel olanla duygusal olanın bir karışımıdır. Bizi duymalarının—bir konuyla ilgili farkındalıklarının olmaması, onlarla konuşan insanlara güvensizlikleri, konunun önceliği ve onlarla ne kadar alakalı olup olmadığı ve hepsinin ötesinde bununla ilgili ne yapılabileceği— önündeki engelleri kırmak bize düşüyor.

İnsanların diğer insanlarla bağ kurmasını kolaylaştırmalıyız. Onlara bir kalabalık gösterin, korkacaklardır. Onlara onlar olabilecek bir bireyi gösterin, merhametli olacaklardır. Cezaevindeki bir mahkûm yerine, onlara hayatını yeniden kurmaya çalışan eski bir mahkûmu gösterin. Bir mülteci kampında en zor koşullarda yaşayan bir mülteci yerine, bir iş kurmaya çalışan ve ailesine bakan bir mülteciyi gösterin. Yalnızca acı çeken insanları değil, eğer bir şey yaparsak mümkün hâle gelecek o diğer hayatı da gösterin.

[Tweet: ‘Ben bir fırıncıyım, #Almanya’ya taşınıp orada ekmek yapmak istiyorum.’ #Mülteciler evlerinden kaçıyorlar, fakat yeni hayatları için hayallere de sahipler ve #iletişimin bunu yansıtması gerekiyor.]

Benim durumumda, büyükannemin hikâyesi yalnızca bir hayatta kalma değil, Fransa’da savaş sonrası kurduğu yeni hayatının da hikâyesi.

Büyükannem ve babam, teyzem ve annem, savaş sonrası Alsace’taki dükkânlarının önünde.

Ve benim bugün devam ettirdiğim bir hikâye bu.

Dünyaya olumsuz bakışımın bir sonucu da bazen insan hakları dostu olmayan görüşlere saldırmaya hazır şekilde zıtlaşarak iletişim kurmam.

Eğer devletler insan haklarının güvenliğin önünde bir engel olduğunu öne sürerse, benim ilk tepkim insan haklarının olmamasının nasıl bir güvensizliğe sebep olduğunu göstermek oluyordu. Fakat bunu yaparak, bütün tartışmanın güvenlik etrafında şekillenmesini kabul ederek hedef kitlemizde korku tepkisini uyandırmış oluyordum, hangimizin savunduğu rasyonel argüman daha ikna edici olursa olsun.

Fakat artık yanlış duyguların insanların bizim aksimizde konumlanmalarına sebep olduğunu bildiğimizden tartışmanın koşullarını belirlemek ve tehlikeler değil, içinde yaşadığımız toplum hakkında konuşacak şekilde anlatıyı değiştirmek çok önemli hâle geliyor.

Kendinize sorun: Bugün insan haklarını temsil eden karakter kimdir? İnsanlar daha çok kimi dinleyecektir?

X hükümeti kötü şeyler yapıyor ve insan haklarını ihlal ediyor“ anlatısına yaslanamayız. İnsanlar herkesin haklara sahip olması gerektiğine inanıyor, fakat meseleler hakkında yüzeysel bir anlayışa sahip. İnsan hakları onlar için, aracılığıyla dünyayı gördükleri ve dünya olaylarını yorumladıkları bir prizma değil.

İnsanlar insan haklarının önemli olduğuna inandıkları zaman bile, bu onların değer sisteminin ancak küçük bir kısmını kaplıyor. Onlar için önemli olan en basit, temel değerlerin söz konusu olduğunu gösterecek şekilde anlatıları çerçevelendirmeliyiz.

İşte bu yüzden 21. yüzyılın en başarılı ilerici kampanyalarından biri, evlilik eşitliği konusunda tartışmayı ayrımcılık ve inkar edilen haklar çerçevesinden çıkarıp sevgi, eşitlik ve aile çerçevesine yerleştirdi.

[Tweet: Bugün dünyada her nerede olursan ol #AşkBirİnsanHakkıdır demek için #LondraOnurYürüyüşü’nde @AmnestyUK ile birlikte yürüyoruz!]

Bu daha az siyasi, daha kişisel ve insani olan çerçevelendirme ünlülerin, sporcuların ve genel kamuoyunun konuya dahil olmasını kolaylaştırıyor. Bu, eşcinsel evliliğin inandıkları dine aykırı olduğuna inanan insanların bile birbirini seven ve yalnızca birlikte yaşamak isteyen eşcinsel bir çifte empati duymalarını kolaylaştırabiliyor.

Eğer LGBTQI hareketi “evlenme hakkı” mesajını dönüştürerek benzeri görülmemiş kazanımlar elde ettiyse, bu insan hakları hareketinin kalanı için ne ifade eder? Belki de haklar kısmından çok insana daha fazla odaklanmalıyız (ve burada Anat Schenker-Osorio’nun insanın aklını başından alan bilişsel dilbilimine bir teşekkür borçluyum — kitabını alın!).

Belki insan haklarından bahsederken, insanlara verilen ya da hak kazandıkları, cümlenin sonundaki[1] o faal olmayan nesne yerine bir fiil olarak daha çok bahsetmeliyiz. Henüz doğru kelimelere sahip olmayabiliriz. Yine de olduğunuz kişi olabilmenizden, inandığınızı söyleyebilmenizden, istediğiniz insanı sevebilmenizden ve özgür bir yaşam sürebilmenizden bahsedelim.

Adım 3: Vizyonumuz

Eğer tartışmayı istediğimiz şekilde çerçevelendireceksek, ne için savaştığımızı daha iyi ifade etmeliyiz.

[Tweet: Bir arkadaşım az önce mesaj vermeyle ilgili şunu dedi: “İyi mesaj vermek popüler olanı söylemek değil, söylenmesi gerekeni popülerleştirmektir.” Bunu beğendim.]

İnsan haklarına herkesin sahip olduğu bir dünyanın neye benzediğine dair inandırıcı bir vizyon sunmamız gerekiyor. Bu en başta safça gelecektir. Öte yandan, insanlara yalnızca neye karşı değil, aynı zamanda ne için burada olduğumuzu söylemezsek bize neden katılsınlar ki?

Ne için burada olduğumuzu olumlu görsellerle göstermeliyiz. Parmaklık ve ilmeklere son. İlmek görselleri insanlara kendi ölümlülüklerini hatırlatıyor, bu da onların suçun üstüne sert biçimde gideceğini söyleyen politikacılara daha fazla kulak verme ihtimallerini artırıyor.

Adaletten bahsettiğimizde, adalete dair bir görsel göstermeliyiz. Parmaklıkları tutan ellere ait bir görsel adaletsizliğin görselidir.

İletişim hakkında yazılmış en iyi şey bu konuda ilk yazılandır. 1922 yılında Walter Lippmann, ufuk açıcı kitabı Public Relations’ta [Halkla İlişkiler] dışarıdaki dünya ve kafamızdaki resimler hakkında şöyle yazıyordu:

“Öyleyse, o uzaktaki durumun, dikkatin sınırındaki titrek bir gri ışık olmaması için, o durum özdeşleşme imkânının fark edilir olduğu resimlere dönüşebilir olmalıdır… Resimler her zaman bir fikri aktarmanın en güvenilir yolu olagelmişlerdir ve onları hafızadaki resimleri çağrıştıran kelimeler izler.”

Popülistler için seçmenlerin geçmişi yad etmelerini sağlamak kolaydır, çünkü hepimiz kafamızda geçmişin bir resmini canlandırabiliriz. Geleceğin resmini çizmek çok daha zordur. Fakat denemek zorundayız.

Şili 1988’de General Pinochet’nin iktidarda kalıp kalmaması için bir referandum düzenlediğinde muhalefet, rejimin yarattığı dehşet yerine, geleceğin olumlu bir vizyonu üzerinden temellenen bir kampanya yürütmeye dair cesurca bir karar aldı.

İnsan hakları reklam kampanyaları, Şili’den ders çıkararak neyin savunucusu olduğumuzu konu konu değil, herkesin özgür ve eşit doğduğu bir dünya üzerinden göstermeli.

İnsan hakları örgütleri olumlu duyguların iletişimini yapmayı stratejik bir öncelik olarak belirlemeli: insanların güvende, kaygısız, merhametli ve her şeyin üstünde neşeli olmasını sağlayacak hikâyeleri bulmalı ve paylaşmalıyız.

Toplumsal amaçlarda uzmanlaşan dünyadaki önde gelen iletişimcilerinden Anat Schenker-Osorio, Robert Perez ve Amy Simon’a kulak verirsek, neşe anları, üzüntü ve öfkenin olduğu en kötü anlar kadar önem taşıyor.

Uluslararası Af Örgütü’nün iç araştırmaları insan haklarının çoğu zaman ağır ve siyasi olarak görüldüğünü, bunun da sıradan insanların açık bir tavırla bunları benimsemelerini ve müdahil olmalarını zorlaştırdığını gösteriyor. Ne için savaştığımızı, yani Kongolu aktivistler Fred ve Yves’in uzun bir kampanya sonrası özgürlüklerine kavuştukları an gibi saf mutluluk dolu anları görmeleri gerekiyor.

[Tweet: Hepimizin beklediği an ‪#FredeÖzgürlük ‪#YveseÖzgürlük ‪ #Larmesdanslesyeux]

Bunun insan hakları örgütlerinin çalışma biçimleri üzerinde esaslı etkileri var. İnsan haklarına saygı duydukları için müreffehleşen topluluklar üzerine daha fazla araştırma yapmaya ihtiyacımız var. Olumlu değişime, refah içinde ve istikrarlı topluluklara, kendi halkını koruyan polis güçlerine, çeşitlilik ve hoşgörüye dair hikâyelere ihtiyacımız var.

İnsan haklarının getireceği değişime dair ilgili, inanılabilir ve en sonunda başarılı olmuş bir hikâye anlatmalıyız.

Adım 4: İnsanlıktan koparılmanın karşısında, biz tekrar insanileştirmeliyiz

İnsan haklarını baltalamak amacıyla yapılabilecek şeytanileştirmenin potansiyeli hayli korkutucu. İnsanların kişiliklerine göre sosyal medya reklamları göstermek için yapay zeka kullanılabiliyor, ki bu yanlış ellerde olduğunda azınlıklara yönelik korku ve güvensizlik yaratmak amacıyla kötüye kullanılabilir.

İnsanların ırk, etnik kimlik veya milliyete göre ayrıldığını kabul etmek zorunda değiliz.

Kimliğiniz söz konusu olduğunda, sizi en çok tanımlayan (S:20589)… %40,8: Ben bir insanım, %18,6: Küresel (Dünya vatandaşıyım), %13,0: Milliyet

Dünya Ekonomik Forumu’nun milenyum kuşağı üzerine bu yılın başında açıkladığı bir ankete göre insanlar kendilerini öncelikle insan olarak tanımlıyor. Anketin belirttiği gibi: “Genç insanlar yalnızca aynı dünyada birlikte var oldukları için bir olduklarını hissediyorlar. Hem bireysel hem de kolektif olarak benzer dert ve arzulara sahipler. Onlar için ırkları insan ırkı.”

Nörobilimin ve HeartWired’ın [Gönülden Bağlı] bulguları, insan hakları mücadelesinin ortak bir insanlık duygusu yaratmak gibi bir amacının olması gerektiğine dair vakitli bir uyarı niteliğinde. Avrupalı hükümetlere 1981 yılında Vietnam’dan teknelerle gelen insanlara kucak açmaları çağrısında bulunan kısa bir konuşma yapan Michel Foucault, insan haklarını, vatandaşların yol açtıkları acılar konusunda hükümetlerin karşısına çıkma hakkı ve görevi olarak tanımlamıştı:

Uluslararası Af Örgütü, Terre des Hommes [İnsanların Dünyası], Médecins du Monde [Dünyanın Hekimleri] bu yeni hakkı yaratan girişimlerdir: özel şahısların uluslararası politika düzeni ve stratejiye aktif ve somut olarak müdahale etme hakkı.

Ancak bu hak ancak insanlar onun için eyleme geçmeye istekli olduklarında kullanılıyor olacaktır.

Tabiatımızın bu iyi taraflarını nasıl besleriz? İnsanlara görüşlerinin yanlış ya da ırkçı olduğunu söylemek işe yaramıyor. O hâlde ne yapmalıyız? Onları bir yolculuğa çıkarmalıyız. Onlara, tıpkı kendileri gibi bilinçdışı önyargılarını, korkularını ve huzursuzluklarını aşan ve fikrini değiştiren insanları göstermeliyiz.

Buradan çıkarılacak bir ders, ikna edilebilir kitlelere hikâye anlatacak kişilerin her zaman uzmanlar, aktivistler, ihlallerden kurtulan kişiler ya da ünlüler olmak zorunda olmadığı, o yolculuğa çıkmış onlar gibi sıradan insanlar olabileceğidir.

İşte bu yüzden son yıllardaki en güçlü ve başarılı Uluslararası Af Örgütü videosu, dört dakika boyunca yalnızca birbirinin gözüne bakan iki kişiyi gösteriyordu.

[Sınırların Ötesine Bakış, Uluslararası Af Örgütü Polonya Şubesi ve Polonyalı reklam ajansı DDB&Tribal tarafından yapılan, Suriye ve Somali’nden yeni gelmiş mültecilerle Belçika, İtalya, Almanya, Polonya ve İngiltere’den insanlar arasındaki engelleri aşan dokunaklı bir video deneyi.]

Bu yalnızca reklam satın almak ve insanları eğitmekle ilgili değil. Bu aynı zamanda insanları daha iyi dinlemeye başlamakla ilgili. Sahte haberler ve şeytanileştirme politikaları tehlikelidir, çünkü kişisel bilgileri insanların duyguları ve kişiliklerinden istifade etmek amacıyla kullanarak mesajları iletirler.

İnsanların duygusal olarak nerede olduklarını, nasıl hissettiklerini, neyle ilgili kaygı duyduklarını anlamalıyız ki onları başkalarıyla empati kurabildikleri ve yavaş yavaş diğer insanlara açılabildikleri bir yere taşıyabilelim.

Onların umutları ve korkularını anlamak için tartışmalar ve müzakereler gerçekleştirmeliyiz. Anlatılarımızın bir anlam ifade edip etmediğini ve kullandığımız kelimelerin olumlu anlamlar uyandırıp uyandırmadığını anlamak için odak gruplardan — bu grup yalnızca arkadaşlarınızdan oluşan bir grup olsa bile — faydalanmalıyız.

İnsanlar tanımadıkları insanlardan korkmaya ve nefret etmeye teşvik edilebiliyorsa, o hâlde neden onları sevmeye ve desteklemeye cesaretlendirilmesinler?

Zadie Smith bu zorluğu Donald Trump’ın 2016’da seçilmesinden hemen sonra yazdığı On Optimism and Despair  [İyimserlik ve Çaresizlik Üzerine] adlı makalesinde çok güzel ifade ediyordu:

Eğer romancılar bir şey biliyorsa o da yurttaş bireylerin her birinin içsel olarak çoğul olmalarıdır: içlerinde her türden davranışsal ihtimali barındırırlar. Belirli melodilerin aralardan seçilebildiği ve diğerlerinin duymazdan gelinebildiği ya da bastırılabildiği karmaşık besteler gibilerdir, ki bu en azından kısmen icrayı kimin yönettiğine göre değişir. Şu anda, tüm dünyada — ve en son olarak Amerika’da— bu insan orkestrasının önünde duran kondüktörlerin aklında yalnızca en kötü ve bayağı melodiler var. Burada, yani Almanya’da, bu savaş şarkılarını hatırlayacaksınızdır: çok uzak bir hatıra değiller. Fakat dünya üzerinde bunların bir zaman çalınmadığı bir yer yoktur. Aramızda daha güzel bir müziği hatırlayanlar onu çalmayı denemeli ve diğerlerini, yapabilirsek eğer, birlikte şarkı söylemeye teşvik etmeli.

Olumlu iletişim için bir kontrol listesi

Her Gecenin Bir Sabahı Vardır Oyun Kitabı

Karışıklık olmasın: insan hakları örgütleri hâlâ ihlalleri araştırmak ve ifşa etmekle yükümlüler. Fakat bulgularımızı sunarken hem fırsatlardan hem de tehdit ve çözümlerin yanında sorunlardan bahsetmeliyiz.

Ne zaman iletişim kurarsanız, kendinize aşağıdaki soruları sorun:

— NE İÇİN mücadele ettiğinizden mi, yoksa NEYE KARŞI olduğunuzdan mı bahsediyorsunuz?

— BİR ÇÖZÜM için mi, yoksa BİR SORUN karşısında mı seferber oluyorsunuz?

— TEHLİKELERE karşı uyarılarda mı bulunuyor, yoksa bir FIRSATIN altını mı çiziyorsunuz?

— İnsanlara öfkeli ve korku içinde olmaları gerektiğini mi söylüyorsunuz, yoksa umut ve kararlılık için bir neden olduğunu mu?

— İnsanlara ne düşünmeleri gerektiğini mi söylüyorsunuz, yoksa aynı yolculuğa çıkabilmeleri için bu sonuca nasıl vardığınızı mı anlatıyorsunuz?

— Kurbanlardan mı, yoksa sokakta karşılaşabilecekleri kahramanlardan mı bahsediyorsunuz?

Benim gibi, en kötü ihlallerin bir daha olmamasını sağlama kararlılığında olan, adaletsizliklerin dünyaya teşhir edilmesi ve yayınlanması gerektiğine inanan insanlardan oluşan bir hareket için bu zor olacaktır. İnsan hakları hareketinin parçası olarak görevimiz yalnızca ihlalleri teşhir etmek değil, umut uyandırmaktır. Birlikte bir şeyleri daha iyi hâle getirebileceğimizi göstermeliyiz.

Dünya ne kadar karanlıksa, mum bir o kadar aydınlık yayıyor gibi gözüküyor. Çaresizlik ne kadar derinse, umudun değeri bir o kadar yüksektir.

Not: Sara Dawidowicz 102 yaşına kadar yaşadı.

* Thomas Coombes bu yazıyı 10 Aralık 2017 tarihinde yazdı. Yazının orijinali için tıklayın.