Sivil Toplum vs. Neoliberalizm: Doğaya Dahil Olmak

Kanadalı olduğu sıklıkla vurgulana bir şirketin Kaz Dağlarından altın çıkarmasına izin verilmesiyle ilgili verilen tepkiler, Türkiye’deki sivil toplum hareketinin sahip olduğu enerjiyi göstermesi bakımından önemlidir. Türkiye’de sivil toplum hareketinin hâlen var olabilmesinde bu enerjinin, toplumu savunma azminin, ısrarının ve inadının payı azımsanamaz. Bu, elbette politik tavır alışı da içeriyor, ancak bu örgütlenmelerin uğraşını bununla sınırlamak haksızlık olur. 

Türkiye’de bir süredir sivil toplum hareketlerinin azımsanmayacak kısmı düşmanlaştırılıp parmakla gösterilmekte ve kişileri, toplumu, kamuyu/kamusal olanı değil, devleti ve iktidar bloğunu korumayı esas alan yargı süreçleriyle karşı karşıya bırakılmaktadır. Halen devam etmekte olan trajik örneklerden biri Büyükada davasıdır, en tuhaf olanı ise Gezi Davası. Yargılama konusu haline gelen iddianamelerin içerikleri değil de bu yargılamaların sembolik anlamından söz etmek gerekir. Yargılanmakta olan şey örgütlenme hakkının ortadan kaldırılmak istenmesiyle sınırlı değil. Türkiye’deki sivil toplum hareketlerinin kamusal sorumluluklarını yerine getirme, kamuya ilişkin konularla ilgili itiraz etme, bunu dile getirme, kamunun dikkatini ilgili meseleye çekme ve böylece karar vericilerin geri adım atmaya zorlamasının polisiye tedbirlerle ve müdahalelerle engellenmesidir. Bu nedenle Türkiye’deki sivil toplum hareketlerinin devlet ve iktidar bloğu tarafından etrafının sarılmasından ve hareketinin kısıtlanmasından söz etmek gerekir. Şimdiki gündemlerden biri olan ve Kaz Dağları’ndaki kırıma itiraz edenlere yönelik oluşmakta olan üstenci muktedir dil de bu istikamette ilerliyor.

Sivil toplum hareketlerinin iktidar bloğu ile aralarındaki ayrışmayı dile getirmelerini sağlayan meselelerden biri uzun süredir çevreyle ilgili. Bu itirazların nedenleri oluşturan meseleler dün Gezi idi, bugün Kaz Dağları. Bu nedenle sivil toplum denildiğinde iktidar bloğunun zihninde oluşan imajla, hükümetin çevre politikalarına karşı olanların zihninde oluşan imaj arasında kapatılması pek mümkün olmayan farklar var.

Türkiye’deki neo-liberal yıkıcılığın çevrecilikten anladığı şey sökülen-dikilen ağaç sayısı arasındaki sayı farkı. Bu çocuksu ve indirgemeci aklın dört işlem marifetiyle yaptığı işlemler, sivil toplum örgütlerinin itirazlarını dikkate almadığı söylenebilir. Onları ikna etmeyi hedeflemekten çok çevreyle ilgili özel bir duyarlılık geliştirmeyen seçmenleri hedefliyor. Bu nedenle iktidar bloğunun çevre politikalarına karşı olanları bu parmak hesabına davet ederek kendi politikalarını savunmaya çalışması, gerçekçi ya da samimi bir izah değil. Kaldı ki mesele, bu toplama-çıkarma işleminin ötesine geçeli çok oldu. Bu eleştiriyi geliştirmek gerekebilir, ancak iktidar bloğunun çevre politikalarının birbiriyle ilişkili ideolojik, ekonomik ve politik olarak üç düzeyde gerçekleşiyor olması, eleştirinin inşa edileceği zemini göstermesi bakımından tartışmaya değer.

İktidar bloğu açısından doğa, çevre, ekoloji kelimeleri somut karşılıkları olan, soyutlanabilir kavramlar değil. Karar alıcılar bu kelimeleri herhangi bir cümle içerisinde kullanıldıklarında bile spesifik bir bağlama ihtiyaç duymuyor. Bu nedenle doğa, pastoral resimlerdeki parmakla gösterilebilecek nesnelerin genel adı olarak kullanıyor. Sivil toplum örgütlerinin çevreyle ilgili politikalara itirazlarını anlamamak için gösterilen çabanın nedenlerinden biri bu. Bir diğeri ise doğa tahribatının ağaç dikerek giderilebileceği, doğanın kendi kendini hızla onarabileceği, doğanın insan türüne hizmet etmesi için var olduğu ve insan eliyle yok olmayacağı inancı var. Burası eldeki bulguların ve bilimsel bilgilerin işe yaramadığı yer. Bunun siyasal alandaki meşhur örneklerinden biri Trump. Hatırlanacak olursa, 2016 yılındaki seçim kampanyası sırasında küresel ısınma için “bir aldatmaca” demişti. Bu ideolojik konumlanma, doğaya yönelik bakış açısını belirlediği ve ona yönelik yıkımı meşrulaştırdığı için neredeyse bir dogma haline dönüşerek varlığını sürdürüyor.

Ancak doğa yönelik neo-liberal yıkıcılığın belirleyici motivasyonu sermayenin bu yüzyıldaki çevrimiyle ilgili. Sermayeye devredilmemesi gereken her şeyin metalaştığı küresel kapitalizm koşulları altında bir parkı ya da bir dağı ondan kurtarmak gerçekten meşakkatli bir iş. Sivil toplum örgütlerinin varlığı ve mücadelesi şimdi yaşanmakta olan kırımın ve daha kötüsünün önüne geçebilecek güç ve yetkide olmasa bile bunun imkanını göstermeleri bakımından önemlidir. 

Ancak daha kötüsünü yaşama ihtimalinden dolayı şimdiki hallerine şükredenler daha kötüsüyle karşılaşmaktan kurtulamayacakları için başını kuma gömmek işe yaramaz. Görmezden gelerek görülmeyeceğini sanmak kadar abes olan tutumların sermayenin şiddetinden kurtulması mümkün değil. Bugün kentlerin, sokakların, işliklerin, hanelerin, kurumların içini ve işlevini işgal eden sermaye, buna doğayı işgal ederek başladı ve sürdürüyor, bunun adına girişimcilik deniyor ve pek önemseniyor. Bu neo-liberal saldırıdan ve onun neden olduğu tahribattan korunmanın zor olduğu, adacıklar ya da nefes boşlukları yaratmakla bu saldırıdan kurtulmanın mümkün olmadığını söylemeye gerek yok. Bu tür çabalar küçümsenemez. Ancak bu adacıkların ya da nefes boşluklarının da her an bir saldırının nesnesine dönüşmeyeceği garanti edilemez. 

Bugün neo-liberal ekonominin eğitim, sağlık, güvenlik gibi kamusal hizmetleri ele geçirmesiyle havayı, suyu, ışığı, nefesi ele geçirmesi arasında bir fark yok. Bunların hepsi kârlılık esasına ve prensibine göre yapılan yatırımlar olarak hesaplanıyor. Kişilerin kamusallık gördüğü yerde girişimciler satılacak yeni mallar görüyor. Sivil toplumun doğaya bakıp geleceği gördüğü yerde girişimciler satılacak başka yeni mallar görüyor. Girişimcilerden toplumu ve doğayı korumakla yükümlü olması beklenen hükümet ve bürokrasi ise kendini girişimcilerin halkla ilişkiler departmanı olarak konumlandırdığında bütün yük yine sıradan kişilerin örgütlenmesine ve mücadele etmesine kalıyor. Bunun yıpratıcı ve sürdürülmesi zor bir iş olduğunu kabul etmek gerekir. Ancak bu yüzyılın ilk çeyreği Türkiye toplumuna sermaye karşısında kendisini koruyacak kurumların ve mekanizmaların çok yetersiz ve az olduğunu ya da hiç olmadığını öğretti. Bu nedenle sıradan kişilerin gidip müdahale etmesinin çok zor olduğu yerlere, örneğin Kaz Dağları’na, gidip orada bu kırımı durdurmak için uğraşan kişilere bu toplum çok şey borçlu.

Buna ek olarak bahsedilmesi gereken bir diğer husus ise şirketin Kanadalı olduğunun sıklıkla vurgulanması. Bunu anlamak zor değil, bu vurguyla toplumda yaygın ve etkili olan milliyetçi ideolojinin uyarılmasını hedefliyor. Sanki Türkiyeli şirketlerin doğayı tahrip etmesi görece kabul edilebilirmiş gibi Kanadalı olduğu dile getirilen şirket, vatan hainliği imasıyla dile getiriliyor. Oysa küresel kapitalizm için şirketlerin menşei ülkelerinin bir önemi olmadığını biliyoruz. Yine de Türkiye’deki hegemonik iktidarın söylemlerinin tezatlığını göstermek için başvurulan bu milliyetçi söylem, tersinden sivil toplum hareketlerinin mücadelesine zarar veriyor. Mesele şirketlerin menşei değil, sermayenin ve devletlerin doğaya yönelik menfaatperest ve dar grup çıkarlarını esas alan ekonomi-politik uygulamaları.

Bir yandan egemen siyasal aklın doğa tasavvuru, diğer yandan neo-liberal ekonominin doğa tutkusu güçlü ve etkili bir politikada bütünleşiyor. Dünyanın gözbebeği olarak kıymet verilmesi gereken Amazon Ormanları’na metal aletler ve araçlar, kimyasal ilaçlar ve patlayıcılarla giren sermayenin bu kırımı yapabilmesini sağlayan politik iradeyi görmek gerekir. Türkiye’de iktidar bloğunu işaret ederek, bunlar ağacı, kuşu, yeşili sevmiyorlar gibi klişelerden çok, bu politik iradeyi anlamak ve onun dinamiklerini açıklamak gerekir. Bugünkü politik iradenin denetim ve kontrol altında tuttuğu akademi, medya, hukuk, bürokrasi ve sermaye gibi alanların, bu irade karşısında iktidar aygıtı olarak konumlanması ve özerk alanlar haline gelememesi, politik iradeyi tek başına ve her şeyin fevkinde gösteriyor.

Örneğin medyanın, Kaz Dağları örneğinde de görüldüğü üzere, ortaya çıkan itirazları yalan haberler ya da malumatlar ile çarpıtılması bu duruma bir örnek olarak gösterilebilir. Bu çarpıtmaların bir işe yaramayacağının bilinmesine rağmen bunu sürdürme gayretlerinin nedeni, bir sonraki adımda ortaya çıkacak baskıyı meşrulaştırmak olsa gerek. Ancak gerekçesi ne olursa olsun, politik iradenin sermayenin çıkarları etrafında örgütlenmesi ve kamunun çıkarlarını göz ardı etmesi sivil toplum hareketlerinin politik mücadele alanına çekilmesini zorlayan koşulları üretmektedir. Sağ-popülist ideolojinin söylem mühimmatı ile üstünü kapatmaya ve sivil toplum hareketlerini kriminalleştirmeye çalıştığı bu koşullar altında söylenecek her söz, dile getirilecek her itiraz ve her eylem kaçınılmaz olarak politiktir. Bu nedenle egemen politik iradenin karşısında tabanda örgütlenen ve aktüel siyaset-üstü bir motivasyonla hareket eden sivil itaatsizliğin korumaya çalıştığı şey sadece doğa kırımı değil, aynı zamanda hegemonik söylem tarafından baskı altına alınan siyasal alana yurttaş olarak müdahale etme haklarının korunmasıdır. 

Polat Alpman

Üyelik Tarihi: 03 Nisan 2019
23 içerik
Yazarın Tüm Yazılarını Gör