Post-Marksizm’den Günümüze Sivil Toplum

Bir süredir ara verdiğim sivil toplum – devlet tartışmasına devam etmek istiyorum. Bu yazıda post-Marksizm’den hareketle yirminci yüzyıldaki büyük değişimden söz ederek, bunu sivil toplum – devlet ilişkisi üzerinden günümüze yaklaştırmaya çalışacağım.

Post-Marksizm, kapitalizm eleştirisinin yirminci yüzyıldaki son uğraklarından biri olarak kabul edilebilir. Marx’ın geliştirdiği metodoloji ve kavramlara ek olarak, eleştiriyi bir analiz biçimi olarak inşa etmesi, sosyalist siyasetlerin tökezlediği dönemdeki yıkıma rağmen Marksist eleştirinin çeşitli biçimlerde direnebilmesini sağladı. Post-Marksizm olarak ifade edilen düşünce biçiminin kökleri her ne kadar on dokuzuncu yüzyıla götürülse de, asıl etkisi yirminci yüzyılda, sosyalist siyasanın çözülüşüyle gündeme geldi. 

Kabul etmek gerekir ki, kapitalizm var olduğu sürece bu toplumsal düzene itiraz eden bir Marx ve Marksizm’e ait eleştirel mühimmat var olmaya devam edecektir. Ancak bu var olma hali kendiliğinden gerçekleşmez. Bu nedenle Marx’a ait birçok kavram yeniden tanımlanmak, yorumlanmak ve inşa edilmek zorundadır. Geleneksel ya da klasik Marksizm’den neo-Marksizm’e ve post-Marksizm’e kadar kavramların ve tartışmaların açılım seyri bu zorunluluğun bir sonucu olarak ortaya çıktı. Bu arayışlar ve yönelimler bir yandan modern kapitalist toplumun içinde bulunduğu koşulları anlama çabası içerirken diğer yandan teorik projeler için yeni zeminler inşa etti. Post-Marksizm içerisindeki tartışmaların ana ekseni, Marx’ın sivil toplum – burjuva toplumu ayrımı üzerinden geliştirdiği ikiliği sivil toplum – devlet şeklinde yeniden formüle etmek ve bu ikiliği birleştirmek yönündeki çabaları içeriyordu.

Sivil Toplumu Korumak İçin Normlar Oluşturulması…

Post-Marksistler için gelişmiş-kapitalist ülkelerdeki demokrasi sivil toplumun var olmasına olanak sağlaması; sivil toplumun örgütlenmesi önünde herhangi bir engel olmaması ve bu örgütlenmeler yoluyla devlet ile sivil toplum arasında sosyo-politik ilişkinin eşitlikçi bir biçimde gerçekleşebilmesi Marksist devrim arayışına da son vermekte, devrim düşüncesini gereksiz hale getirmekteydi. Gelişmiş-kapitalist ülkelerdeki demokrasinin kurumsal niteliğinin sivil toplumu korumak için normlar oluşturması ve devlet-toplum ilişkisinin bu normlar üzerinden inşa edildiği düşüncesi, sivil toplum düşüncesinin liberal köklerinden koparak post-Marksist bir çerçevede yeniden dile getirilmesini kolaylaştırdı. Böylece sivil toplum düşüncesi post-Marksizm’in siyasal alanı anlama ve açıklama değişkenlerinden biri haline geldi ve sadece Avrupa ölçeğinde değil, uluslararası ölçekte de sivil toplum söylemi post-Marksist tartışmaların bir parçasına dönüştü.

Yirminci yüzyıldaki gelişmelerin sonucu olarak ortaya çıkan bu süreç, Sovyet bloğunun, Doğu Avrupa, Latin Amerika otoriterliklerinin ve Asya diktatörlüklerinin sosyal, ekonomik ve siyasal sorunları çözme konusundaki başarısızlıklarının etkisiyle hızlanarak küreselleşti. Söz edilen rejimlerdeki sorunlara yönelik çözüm önerilerinin siyasal seçkinler tarafından benimsenmemesine ve dirençle karşılanmasına ek olarak refah devletlerinde de ortaya çıkan sosyal, ekonomik ve siyasal sorunların sınıfsal gerilime neden olması sağ popülizmi gittikçe güçlendirdi. Bu sağ popülizmin ilk pratiklerinden biri otoriter rejimlerdeki millileştirme hareketleriydi. Refah devleti olarak anılan rejimlerde ise neo-liberalizm adı altında toplumsal alanların sermayeye açıldığı dönem hızlanarak devam etti. Görünmez elin düzenlediği pazar anlayışının ters-yüz edildiği bu dönem, her iki rejim tipinde de devletin tamamen sahneye çıktığı, toplumu ya da toplumsal alanları yeniden düzenlemeyi sıklıkla dayatmak zorunda kaldığı bir süreçti. Devleti ele geçirmek anlamına gelen devrim düşüncesi ile devletin olabilecek en düşük etki ile var olmasını savunan radikal reform anlayışlarının tümü, devletçilik ekseninde yeniden biçimlendirildi. Böylece Toplum Sözleşmesi düşüncesinin etkisinde gelişen on dokuzuncu yüzyıl anlatılarının ve devamında post-Marksist çözümlemelerin neredeyse tamamı, otoriter ve refah devletlerindeki rejimlerin dönüşümlerine bağlı olarak boşa çıktı.

Bugün sivil toplum denilen şeyin ne olduğu, devlet ve sınıf karşısında neyi temsil ettiği sorusu kadar sivil toplum hareketlerinin ne işe yaradığı, hangi amaçlar etrafında örgütlendiği ve bu amaçlarla demokrasi kavrayışı arasındaki ilişkinin niteliği bir mesele olarak ortada durmaktadır.

Yirminci yüzyılın son çeyreğinde, özellikle Latin Amerika ve Doğu Avrupa’daki otoriter rejimlerde sivil toplum düşüncesinin ve hareketinin girdiği yeni uğrak, sivil toplum – devlet ilişkini anlamak için özel bir öneme sahiptir. Bu dönemdeki sivil toplum söyleminin sıklıkla kullandığı devrim kelimesi, Marksist devrim yaklaşımını içermediği gibi reformist bir içeriğe de sahip değildir. Buradaki devrimcilik otoriter rejimden çıkış talebidir, demokratik ve şeffaf bir rejim talebini dile getirilir. Bir tür restorasyon zorlamasını içeren bu taleplerin neo-liberal ekonomi-politiğin siyasal alanı yeniden düzenleme araçlarından biri olduğu öne sürülebilirse de arkasındaki sivil toplum dinamiklerini de hesaba katmak gerekir.

Sivil Toplum Ve Devlet Üzerine Düşünmek…

Yirmi birinci yüzyıl ile birlikte bu otoriter rejimler, sağ-popülist neo-liberal rejimlere dönüşürken bunu zorlayan ve buna öncülük eden sivil toplum hareketleri yeni devlet biçimiyle karşı karşıya kaldı. Talep ettiği temsili demokrasiyi büyük ölçüde elde etmekle birlikte idealize ettiği demokrasiye eriştiğini söylemek pek mümkün değil. Bu nedenle geçen yüzyıldaki siyasal enerjisini hızla kaybederken yeni bir sektöre dönüşmeye başladı. Ancak bu dönüşüm sivil toplumun teorik ve pratik krizini ortadan kaldırmadı. Bugün sivil toplum denilen şeyin ne olduğu, devlet ve sınıf karşısında neyi temsil ettiği sorusu kadar sivil toplum hareketlerinin ne işe yaradığı, hangi amaçlar etrafında örgütlendiği ve bu amaçlarla demokrasi kavrayışı arasındaki ilişkinin niteliği bir mesele olarak ortada durmaktadır. Sendikalaşmanın neredeyse bittiği, örgütlenmelerin aşırı esnekleştiği, mücadele öznelerinin hızla değiştiği ve muhatapların, kurumların, hatta devletlerin bir belirsizleştiği bir düzlemde sivil toplumun ve sivil toplum hareketlerinin varlığı, idealist ve evrensel değerler yönetmelikleriyle açıklanamayacak kadar karmaşıklaştı. 

Gelinen noktada içinde bulunduğumuz yüzyıl, mevcut karmaşayı pratiğin içerisinden çözümlemek zorunda olanların, aynı zamanda medeni olup olmadıklarıyla ilgili sınamadan geçecekleri bir yüzyıl olacak. Bu nedenle sivil toplum ve devlet üzerine düşünmek, hızla değişen küresel güç ilişkileri ile sivil toplum hareketleri arasındaki gerilim alanlarını anlamaya çalışmak, gittikçe medeni olanın yeniden tanımlanacağı bir değer mücadelesine doğru seyrediyor. 

Daha önceki yazılara buradan ulaşabilirsiniz.

Polat Alpman

Üyelik Tarihi: 03 Nisan 2019
23 içerik
Yazarın Tüm Yazılarını Gör