Natura’dan Farklı Bir Doğa Koruma Stratejisi: Özel Mülkiyet Oluşturma

NATURA Doğa ve Kültür Koruma Derneği, Anadolu sığla ağacını korumak ve çoğaltmak amacıyla çevre bilimi akademisyenleri ve Köyceğiz sakinleri tarafından 2015 yılında kuruldu. Dernek doğa koruma konusunda Türkiye’de yaygın olarak bilinen yöntemlerden farklı, yeni bir strateji izliyor. NATURA kurucu üyesi Çankırı Karatekin Üniversitesi Çevre Sağlığı Programı’ndan Dr. Öğretim Üyesi Okan Ürker ile doğa koruma stratejilerini ve Türkiye’de doğa koruma eylem planlarının hazırlanması ve uygulanmasına ilişkin deneyimlerini konuştuk. 

Öncelikle derneğinizin kuruluş aşamasından bahsedebilir misiniz? Kimlerle birlikte ve neden böyle bir dernek kurma ihtiyacı duydunuz? 

Köyceğiz’de sığla ağacının korunması birçok açıdan çok önemli. 1950’lerde 7000 hektar olan sığla orman varlığı bugün yaklaşık 2000 hektar kadar kaldı ve bunun %70-80’i Köyceğiz Çevre Koruma Bölgesi sınırları içerisinde. Köyceğiz aynı zamanda dünya üzerinde türün kendini sakladığı, gen merkezi olan ve kökenini saldığı yer. Bir yandan Köyceğiz bölgesinde narenciye baskısı nedeniyle orman dokusunda muazzam bir parçalanma var. 

2009’da Anadolu sığla ormanlarını koruma gayesiyle Doğa Koruma Merkezi’nin Hayata Artı Projesi kapsamında proje koordinatörü olarak çalıştım. Köyceğiz’de bu vesileyle iki seneye yakın kaldım. Aynı dönemde Köyceğiz’deki sığla ormanlarına ilişkin doktora tezi çalışmalarıma da başladım. Doğa Koruma Merkezi’nde böyle önemli bir alanın korunması için parçalanmayı yok edebilmek adına peyzaj ekolojisi ilkelerini kullandık, koridor metodunu geliştirdik. Yani bir yapbozun içerisinde yapbozu ağaçtan yamalarla birleştirip orman ekolojisini minimum kaynaklarla nasıl devam ettireceğimizi düşündük. Teknik bir projeydi. Ancak ben bu işlerin içerisine girdikçe teknik mevzuların yetmeyeceğini, toplumsal vicdanda dönüşüm, etik konular, ağalık-efelik ilişkileri, yörüklük düzeni, toprak paylaşımı, mülkiyet gibi konulara girmemiz gerektiğini fark ettim. Bu konulara ilişkin Ankara Üniversitesi’nde Sosyal Çevre Bilimleri Anabilim Dalı’nda doktora çalışmamı yürüttüm. Çevre tarihi, çevre sosyolojisi, çevre etiği konularını orman ekolojisi ve doğa tarihi ile harmanladım. Doktora çalışmalarımı 2014’ün sonunda bitirdim. 

Dernek ekibi bu süreçte birbirini tanıyordu. Ekibin içinde Köyceğiz’de yaşayan bir grup arkadaşımız ile çevre bilimci akademisyen arkadaşlar vardı. Derneğin kuruluşu aslında ortak bir çalışmanın sonucunda bir gereklilik olarak ortaya çıktı. Fethiye, Marmaris, Dalaman, Ortaca ve Köyceğiz’de birbirinden habersiz insanlar sığlanın korunması için bir şeyler yapmaya çalışıyorlardı. 2015 yılında Marmaris Kent Konseyi Çevre Çalışma Grubu, tüm bu grupları bir araya topladı, biz de katıldık. Çalıştayda bu konuda çalışan STK’ları, kamu kurumlarında ve üniversitelerde bu konuyu çalışanları gördük. Bunlarla iyi bir etkileşim ve iletişim oluştu. Marmaris Belediyesi Kent Konseyi Çevre Çalışma Grubu ve Marmaris TEMA’nın bu süreçteki emeğini inkâr edemem. Biz de bu mevzuyu havada bırakmayalım istedik ve NATURA’yı kurduk. Çalıştaydan sonra Sığla Çalışma Grubu kuruldu. Bu noktada bir şansımız, bu bölgedeki kamu kurumlarının İç Anadolu veya Doğu Anadolu gibi bölgelerden farklı olarak konuyu sahiplenmesi ve yeri geldiğinde sivil toplum kuruluşu gibi aktif rol almaları oldu. Yaptığımız toplantılar sonucunda beş yıllık Sığla Koruma Eylem Planı’nı hazırladık. 

Sığla Ormanlarının Korunması Eylem Planının ortaya çıkarılması ve uygulanması sürecinde edindiğiniz deneyimden yola çıkarak bu tarz eylem planlarının oluşturulmasında neyin başarılı olduğunu düşünüyorsunuz?

Türkiye’de eylem planlarını ya Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü ya da Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü gibi kurumlar ihale eder. Bir çevre danışmanlık firması ihaleyi alır. Altta danışman olarak uzman hocaları tutar. Teknik bir şekilde yürür gider. Verilen sürede planın uygulanması istenir, ama bu planlar çok nadiren uygulanır ya da hiç uygulanmaz, rafta kalır. Biz ilk defa bir kurumun ihaleye çıkmasına gerek kalmadan, içinde sivil toplumun, kamunun, üniversitenin olduğu bağımsız bir şekilde götürdük. Bu eylem planını farklı ve başarılı kılan özelliği de bu oldu. 

Eylem planının uygulanmasına ilişkin henüz bir değerlendirme yapamıyoruz, çünkü daha yeni uygulanmaya başlandı. İlk değerlendirmelerimizi bu yaz yapacağımız bir Çalışma Grubu Toplantısı kapsamında gerçekleştireceğiz. 

Derneğinizin izlediği doğa koruma stratejisi nedir? Güncel çalışmalarınızdan bahseder misiniz?

Satın alma yoluyla özel mülkiyet oluşturup korunan alanlar yaratmak istiyoruz. Yapmak istediğimiz şeye benzer bir örnek Türkiye’de Alakır Vadisi’nde yapıldı. Küçük bir alan satın alındı, ama çok stratejik bir yerde olduğu için oradaki yatırımın önüne geçilecek belki. 

Kuzey Avrupa ülkelerine, ABD’ye baktığınızda birçok sulak alan veya orman vakıflara, özel müteşebbislere ya da şahıslara ait olabiliyor. Örneğin Fransa’da Camargue Deltası bir STK’ya ait. Osmanlı’da da su kaynakları ve ormanların vakıflar tarafından yönetildiğini görüyoruz. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde 1600’lü yıllarda tüm sığla ormanlarının Milas’ta bir caminin vakıf arazisi olduğu zikrediliyor. İlgili anekdota göre; tüm etnik kurumlar bu ormandan %35 vergisini ödemek kaydıyla yararlanabiliyor. 1800’lere kadar bu kaynaklar ekosistemiyle çok güzel yönetilmiş. Ama 1800’lerden sonra arazi kanunnameleri,  çiftlik arazilerinin oluşması, vakıf sisteminin bozulması ve bu ormanların mütesellimlerin eline geçmesi, Cumhuriyet döneminde toprak reformu sonucunda paramparça bir yapı oluşuyor ve mülkiyet sorunuyla daha girift bir hale geliyor. 

Türkiye’de bugün geldiğimiz noktada bütün korunan alanlar devlet eliyle yönetiliyor. Dolayısıyla koruma yapabilmek için devler kurumlarıyla ortak çalışmanız gerekiyor. Ancak bu konuda da sorunlar var. Bugün Orman Genel Müdürlüğü’ne gidip ağaçlandırma yapmak istediğinizde karşınıza iki sorun çıkıyor. Özel çevre koruma bölgesindeki doğal SİT alanlarında iseniz ağaç dikemiyorsunuz. Her ne kadar SİT alanlarında rehabilitasyon çalışmaları yapılabilir hükmü varsa da maalesef bu durum garip bir şekilde orman arazilerinde ağaç dikebilmenize izin vermiyor. İkincisi koruma yapılacak alan özel mülkse kamulaştırma yapmadan ağaçlandırma yapılamıyor, ama ağaçlandırma söz konusu olduğunda ne hikmetse kamulaştırma da yapılmıyor. Yani, maden ocağı açmak isteyince bir dağ kamulaştırılabilirken, bir ormanı korumak istediğinizde narenciye bahçeleri kamulaştırılmıyor. 

Bizim stratejimiz araziyi satın almak üzerine kurulu, çünkü korumak istediğimiz alan özel mülk sahiplerinin alanına giriyor ve burada ağaçlandırma yapılması mümkün değil. Dünyada bu stratejiyi benimsemiş örgütler var. World Land Trust gibi ormansızlaştırılan Yağmur Ormanları’nda devasa alanları satın alan vakıflar var. Bunlar bizim gibi destek arayan kişi ve kurumlara kaynak aktarımı yapıyorlar. Onlarla işbirliği halinde çalışıyoruz. Türkiye’de enerji, kimya, altyapı gibi alanlardaki büyük şirketlere ulaşmaya çalışıyoruz. Bir özel sektör kuruluşundan destek gelecekti, son dakikada iptal oldu, ama arayışımız devam ediyor. İl Tarım ve Orman Müdürlüğü’nün bölgede sığla propolisi üreticilerine verdiği teşvikler var, bunları takip etmeye çalışıyoruz. Yine yer yer Doğa Koruma Merkezi ile birlikte hareket ediyoruz. Henüz kamuoyuna bir duyurumuz olmadı. Arazinin bir kısmını bir fonla veya sponsorluk anlaşmasıyla satın aldıktan sonra kamuoyuna açık çağrı yapacağız.

Hem kendime hem de doğa koruma örgütlerine ilişkin bir özeleştiri de yapmak istiyorum. Türkiye’de büyüklü küçüklü örgütler ilkin güzel başlıyorlar, ama profesyonelleştikçe sektörleşiyorlar. Örgütlerin belirlediği önceliklerden fonların dayattığı önceliklere kayıyoruz maalesef. Stratejinizi uygulamaktan uzaklaşıp, kapitalist sistemde bir sektör oluyorsunuz, fonlara bağımlı hale geliyorsunuz.

Doğa koruma faaliyetlerinde sahada gözlemlediğiniz en büyük eksiklik sizce nedir? Bunun giderilmesi için sivil toplum kuruluşları neler yapabilir?

Doğa koruma alanında insan yetiştirmeye ihtiyacımız var. Türkiye’de doğa koruma ile ilgili heyecanı, potansiyeli olan birçok insan var. Ne biyoloji mezunu birisini ne de doğaya ilgisi olan birisini bu alana yönlendirecek bir mekanizma var. Önceki yıllarda Doğa Derneği’nde Alan Savunma Koordinatörü olarak çalışmıştım, çalıştığım zamanlarda yerelde alan savunuculuğu yapan farklı coğrafyalardaki, farklı sosyal statülere sahip insanlarla çok fazla iletişim kuruyordum. Orada da fark ettim ki insanlar doğa koruma ile ilgili neye nasıl tepki vereceklerini bilmiyorlar. İnsanlarda enerji var, ama nereye nasıl başvuracağını bilemiyor. 

İnsanların algısında klasikleşmiş bazı klişeler var. Örneğin bazıları milli park ilan edilse korumanın hemen gerçekleşeceğini düşünüyor. Milli park statüsünün hemen verilmeyeceğini, çok farklı başka statülerle nokta atışı kazanımlar elde edilebileceğini bilmiyorlar. Ya da çok basit bir dilekçeyle çözebileceği bir sorun olduğunda insanlar duysun, basında medyada haber alsın diye çözümü uzatıyorlar.

Hakikaten köyünü, deresini, ormanını korumaya çalışan, HES’e karşı mücadele veren, bozkırda tarım alanlarının işgaline karşı duran, yoğun kaçak avcılıkla mücadele eden insanların çabasına destek olabilecek bir örgüt kalmıyor.

Hem kendime hem de doğa koruma örgütlerine ilişkin bir özeleştiri de yapmak istiyorum. Türkiye’de büyüklü küçüklü örgütler ilkin güzel başlıyorlar, ama profesyonelleştikçe sektörleşiyorlar. Örgütlerin belirlediği önceliklerden fonların dayattığı önceliklere kayıyoruz maalesef. Stratejinizi uygulamaktan uzaklaşıp, kapitalist sistemde bir sektör oluyorsunuz, fonlara bağımlı hale geliyorsunuz. Maalesef Türkiye’de şu anda bunu yaşıyoruz. Bu da şunu tetikliyor. Hakikaten köyünü, deresini, ormanını korumaya çalışan, HES’e karşı mücadele veren, bozkırda tarım alanlarının işgaline karşı duran, yoğun kaçak avcılıkla mücadele eden insanların çabasına destek olabilecek bir örgüt kalmıyor. Oradaki insanlar da kendini değersiz hissediyor. Biz de açıkçası dernek olarak fazla bir şey yapamıyoruz, hem kapasitemiz küçük olduğundan, hem de daha teknik konularla ilgilendiğimiz için. Ama genel olarak Türkiye’ye baktığımızda sivil toplum kuruluşlarının networkler/yerel ağlar kurması, yereldeki alan savunucularını networklere/bu ağlara dahil etmesi gerekiyor. Doğal Hayatı Koruma Derneği (DHKD)’nden başka bu vasfı yerine getiren çok fazla kurum kalmadı. Türkiye’de bu insan potansiyelini doğru yönlendirecek örgütlere ihtiyacımız var.