STK’lar ve Sivil Toplum Aktivistleri Gezi İddianamesi’ni Tartıştı

24 Haziran'da başlayacak Gezi Davası öncesinde; avukatlar, sivil toplum kuruluşları temsilcileri ve aktivistlerin katılımıyla, Taksim Point Otel’de “Gezi İddianamesi: Hedefteki Sivil Toplum” başlığıyla bir toplantı düzenlendi. Toplantıda Gezi İddianamesi’nin hukuki çelişkileri ve sivil toplum dünyasını etkileyen yanları konuşuldu.

İki oturumdan oluşan toplantının ilk oturumunda, Osman Kavala ve Yiğit Aksakoğlu’nun tutukluluklarının hukuki açıdan değerlendirilmesi yapıldı. İkinci oturumda ise iddianamede geçen suçlamaların sivil toplum faaliyetlerini nasıl etkilediği ve iddianamede bahsi geçen suçlamalar karşısında sivil toplum dünyasının neler yapabileceği konuşuldu.

Toplantının ilk oturumu konuşmacıları Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi’nden Duygu Türemez, gazeteci Gökçer Tahincioğlu ve avukat Hürrem Sönmez, gazeteci Mehveş Evin’i moderatörlüğünde Gezi iddianamesini hukuki açıdan tartıştılar.

“Cebir ve Şiddet Eylemlerine Katıldığına Dair Bilgi ve Kanıt Yok”

Gezi İddianamesi’nin 657 sayfadan oluşan çok kalın ve kimsenin okumak istemeyeceği türden ve sıkıcı bir metin olduğunu belirten Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi’nden Duygu Türemez, “İşin özüne bakarsanız ortada önce bir suç iddiası var sonrasında bu 16 kişinin görüşmelerinden zorla çekilmiş birkaç cümleyle oluşturulan ve çok fazla çaba harcanmadığı görülen bir metin.” dedi.

İddianamedeki Gezi Parkı eylemleri yoluyla, FETÖ/PDY başlığına değinen Türemez, bu başlık ile örgütünün amacı olan hükümete yönelik yıpratma ve ortadan kaldırma çalışmalarının birleştirildiğini söyledi. Bu kapsamda psikolojik sorunları nedeniyle ordudan atılan bir askerin ifade verdiğini vurgulayan Türemez, daha sonra aynı askerin bizzat savcılığa gidip dilekçe verdiğini, “Benim ifademi dikkate alabilirsiniz ben akıl sağlığım yerinde olmadığım için ordudan atıldım” dediğini söyledi.

İddianamede Türkiye’yi uluslararası alanda zor durumda bırakmak için yapılan faaliyetler diye ayrıca bir başlık olduğuna da değinen Türemez, “Bu başlıkta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurma hazırlıkları, Avrupa Birliği’ne rapor sunmak veya Brüksel’de bir gezi sergisi düzenlemek gibi konular yer alıyor. Kimi aktivizm düzeyinde kalan kimi yurttaşlık hakkından kaynaklanan faaliyetler. Bunlar suç olarak isnad ediliyor. İddianamede söylenen suçun yapıldığına dair cebir ve şiddet ibaresi yok.16 kişi arasında hiç birinin cebir ve şiddet eylemlerine katıldığına dair bilgi ve kanıt yok. Bunun dışındaki o dönemde farklı illerde olan mala zarar verilen başkalarının yaptığı eylemler iddianameye dahil edilmiş.” şeklinde konuştu.

“Gezi İddianamesi’ni Hazırlayan Savcı Firari”

Gazeteci Türemez’in ardından hukuki değerlendirmelerde bulunan avukat Hürrem Sönmez, Gezi İddianamesi’nin FETÖ/PDY ile ilişkilendirilmeye çalışıldığını vurguladı. Sönmez konuyu şöyle özetledi: “Gerçek şu ki iddianamenin bizatihi kendisi FETÖ ile ilişkili. İddianame zaten 2013’te gezi olayları devam ederken hazırlanmaya başladı. Hangi savcı hazırladı? Muammer Aktaş. Peki nerede Gezi İddianamesi’ni hazırlayan savcı? Firari. Dolayısıyla bize göre bu iddianamenin gerek sivil topluma gerek ise barışçıl gösteri, barışçıl toplanma hakkına yaklaşımını anlamak için aslında o 657 sayfayı okumaya gerek yok. İlk paragrafı okuduğunuzda zaten şunu görüyorsunuz. 2011 yılında temelleri atılan ve 2013’te Mayıs ayı itibari ile sahneye konulmaya çalışılan kamuoyunda Gezi Parkı Eylemleri olarak anılsa da aslında bir kalkışma hareketi olan diye devam ediyor. Dolayısıyla bu başlangıç, fezlekelerde ve soruşturma dosyalarında sıklıkla tekrar ediliyor. Bu cümle hem yargının hem de siyasi iktidarın son derece anayasal güvence altındaki hakka nasıl yaklaştığını açık açık ortaya koyuyor”

Gezi İddianamesi ile savcının ne söylemek istediğine de vurgu yapan Sönmez, “Gezi protestolarını hükümeti devirmeye yönelik bir kalkışma olarak göstererek savcı zaten yaklaşımını belli ediyor. Bu durumda çok ciddi deliller bekliyoruz. Türk Ceza Kanunu’nun 12. maddesinde düzenlenmiş olan hükümeti devirmeye kalkışma suçunu işlemeye elverişli bir takım delillerle tekzip edilmesini bekliyoruz bu iddianamede. Ama iddianamede hükümeti devirmeye yönelik bir delil göremiyoruz. Sanıklar arasındaki ilişkilerde hiçbir şekilde ortaya koyulamadığı gibi onlara isnat edilen eylemlerle ilişkilendirilecek hiçbir şey iddianamede zaten yer almıyor.” diyerek devam etti.

Gezi İddianamesi’nde Geçen Kıymetlendirme Nedir?

Yirmi yıldır avukatlık mesleğini icra eden Sönmez, “Kıymetlendirme” diye bir kavramla ilk defa karşılaştığını belirterek, savcının iddianamedeki kıymetlendirme kavramını açıkladı.  Sönmez, “İddianamemizin tanzim edildiği dönemde şüpheliler, şüpheliler vekilleri ve bazı basın organlarında bu soruşturma evrakı ile ilgili olarak olayların yaşandığı dönemde devlet birimleri içerisine kanser hücresi gibi sızmış olan FETÖ/PDY silahlı terör örgütü militanı oldukları daha sonrasında tespit olunan şahıslar tarafından bu soruşturmanın başlatıldığı ve yönlendirildiği yönünde bir kısım iddialar ileri sürülmüşse de Cumhuriyet Başsavcılığımızın soruşturma safahatı sonunda ve özellikle 2016 yılı sonrasında soruşturmaya konu tüm delillerin ve özellikle de tapelerin tamamının yeniden kıymetlendirilmesinin yaptırıldığı, bu nedenle de iddia edildiğinin aksine dosyanın dış etkilerden ve bahsi geçen örgüt militanlarının dosya üzerindeki tüm etkilerinin ortadan kaldırıldığı hususunun da izahı zaruret arz etmiştir. Yani kötü emelleri olan kişilerin ellerinde iken bunlar delil değillerdi. Sonra biz bunları yeniden ele aldık Sihirli ellerimizle dokunduk ve onlar birden tekrar delil halini aldı. Biz o delilleri kıymetlendirdik.” şeklinde konuştu.

Bütün kararlarda iki tane hakimin imzası olduğunu belirten avukat Sönmez, “Bu hakimlerden bir tanesi Selam Tevhid dosyasıyla yargılanmakta olan hakim ve tutuklu. Diğer hakim de şu anda firari. Terör örgütüne üye olduğu iddia edilen ve yargılanan hatta bir tanesi hakkında mahkumiyet kararı olan iki hakimine imzasıyla bu insanları hükümeti yıkmaya kalkışmak, dışardan destek almak ve finanse etmek gibi çok ciddi suçlamalar yöneltiyorsunuz. Evet trajikomik ama insanların müebbet hapis cezasıyla yargılanmaya başlayacağı, iki kişinin tutuklu olduğu iddianame karşısında ne yazık ki biz imza yeteneğini devreye sokamıyoruz. Çünkü durum son derece vahim.” şeklinde konuştu.

Toplantının ikinci oturumu  konuşmacıları, Yurttaşlık Derneği’nden Emine Uçak, Türkiye İnsan Hakları Vakfı’ndan Şebnen Korur Fincancı, Yaşama Dair Vakfı’ndan Mehmet Ali Çalışkan ve Hak İnisiyatifi’nden Suphi Çörekçi, Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi İletişim Direktörü Tarık Beyhan’ın moderatörlüğünde Hedefteki Sivil Toplum başlığını tartıştılar. Bu oturumda iddianamede yer alan suçlamalar ve bu suçlamaların sivil toplum açısından önemi ve sivil toplumun bu konuda neler yapabileceği konuşuldu.

“Hakikatin Dile Getirilmesi Rahatsız Ediyor”

Konuşmasında, Türkiye’de gezi süreciyle birlikte hakikatin dile getirilmesinin ve görünür kılınmasının çok rahatsız edici bulunduğu dile getiren Türkiye İnsan Hakları Başkanı (TİHV) ve Adli Tıp Uzmanı Prof. Dr. Şebnen Korur Fincancı şunları söyledi: “Gezi’de hakikat neydi? Bir şehrin uygun olmayan biçimde el değiştirmesi ve kötüye kullanılması görünür kılmak için insanlar doğal haklarını korumak adına seslerini çıkardılar ve büyük bir tepkiyle karşılaştılar. Çıkan haberler üzerinden yapılan belgeleme ile 12 binin üzerinde insanın yaralandığını biliyoruz. Bu şiddet sonrasında da sivil topluma ve bütün sivil toplum örgütleri ne yönelik saldırılarla devam etti. Herhalde şu anda davası olmayan hiçbir sivil toplum örgütü yok.”

“Önceden Yargılamalarda Beraat Edilirdi, Şimdi Öyle Olmuyor”

Türkiye’de hak arama mücadelesi sonucunda verilen cezaların değiştiğine vurgu yapan Fincancı, “Özellikle insan hakları mücadelesi yürüten örgütler ve bu mücadelenin içerisinde yer alan eylemciler, Türkiye’de çok uzun yıllardır çeşitli davalara konu olurlar. Önceden soruşturulmaları takipsizlikle sonuçlanır ve yargılamalarda beraat edilirdi, şimdi öyle olmuyor. Soruşturmalar üç gün ya da üç yıl sonra, kopyala yapıştır iddianamelerle karşımıza çıkıyor bu iddianamelerle yargılamalar yapılıyor ve ceza ile sonuçlandırılıyor. Barış akademisyenlerine destek veren 743 imzacıya dava açılmış. Hükmün açıklanmasının geri bırakılması Sonucuyla olan karar 156, toplam ertelemeli karar dört, toplam bizim gidip cezaevinde yatacağımız karar sayısı 35.” diyerek devam etti.

Fiziki olarak sokakta eylem yapma konusunda ki zorluklarla ilgili açıklama yapan Fincancı, ‘‘İnsan hakları örgütleri, Türkiye’de sokağa çıkıyor. Türkiye İnsan Hakları Vakfı sokağa çıkıyor. 8 Mart’ta polisin bütün saldırılarına rağmen kadın örgütleri inatla istiklal caddesine sahip çıkmıştır. Bizim de sorumluluğumuz onların yanında olmaktır. Biz basın açıklamalarımızın tamamını sokakta yapıyoruz İnatla. İstanbul Valiliği’nin alan belirlemesi var. Basın açıklamaları nerelerde yapılabilir diye bir takım alanlar tanımlamış. Mümkün olduğunca alanları kullanıyoruz çok değişik alanlar var. Ama aynı zamanda da onların tanımlamadığı alanlarda da çıkıp basın açıklamamızı yapıyoruz. Bence inat etmek gerekir. İnsan hakları mücadelesi Bir inat gerektirir ve bu inadı sürdürmek gerekir.” diye konuştu.

Türkiye’nin içinden geçtiği süreçte İslami camiada insan haklarına ilişkin bir şeyler söylemenin çok zor olduğuna değinen Hak İnisiyatifi Derneği’nden avukat Suphi Çörekçi, farklı perspektifler de, farklı ideolojilerde farklı yaşam formlarında insan haklarına dair bir söylem geliştirilmesinin elzem olduğunu vurguladı. Çörekçi şöyle konuştu: “İnsanların mağduriyetini birbiriyle yarıştırmadan en azından mazlumun hakkını vererek. Her grup buna katkıda bulunabilir. Bunun çok faziletli olacağını düşünüyorum. İnsan hakları boyutundaki imkanları da genişletecektir.” 

Büyükada baskınıyla ilgili soru yöneltilen Yurttaşlık Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Emine Uçak, “Bu olayda insanlar toplantıya katılma gibi çok temel bir hakkı kullanırken gözaltına alındılar. bu açıdan bir ilk diyebiliriz.” dedi.

Sivil toplumun Büyükada baskını gerçekleştikten sonraki süreçte ne yaptığı ya da yapamadığı üzerine değerlendirmede bulunan Uçak, sivil toplumun dava sırasında kötü bir sınav vermediğini, insanların bir araya gelerek neler yapabileceklerini konuştuklarını söyledi. Davalar söz konusu olduğunda herkesin kendini sahadan çekerek koruma altına almaya çalıştığına vurgu yapan Uçak, “Bunu anlıyorum ama ardından gelen davalarla kendini koruma altına almanın ve bu korumanın işe yaramadığı durumlarda oluyor. Size karşı bir şey olacaksa, bu geliyor sizi buluyor. Büyükada baskınında gelen bir mail üzerinden insanlar suçlandı. ” diye devam etti.

Bazı STK’ların başına gelenlerin daha çok önemsendiğini ve destek bulduğunu, bazılarının ise ilgi alanı dışında oldukları için gerekli desteği bulamadığına değinen Uçak, “Sivil toplum faaliyetleri gibi görünen faaliyetler insanların en temel hakları ve kendilerini ifade etme yöntemleri. Bunların yasa ile korunması lazım. Çoğu davayı hukukla izah edemiyoruz, masumiyet karinesi denilen şeyin artık bu davalarda pek önemli olmadığını görüyoruz. İnsanlar baştan suçlu kabul ediliyor bir telefon konuşmasıyla. Bunların izahının hukuki olarak yapılabiliyor olması lazım” dedi.

“STK’ların Bir Arada Durması İçin Çoğullaşması Gerekiyor”

Sivil toplumda hak savunucu ayrımının kimi durumlarda hiyerarşiye dönüştüğünü belirten Uçak, “Sosyal haklar alanında çalışan dernekler hak savunucusu derneklerden ayrışmamalı. Zaten bir toplumun sosyal haklarına kavuşmuş olsa, hiyerarşik olarak konumlanan yurttaş hakları dediğimiz alana girecek. STK’ların bir arada durması için çoğullaşması gerekiyor. Davalarla ilgili bazı STK’lar daha steril bir alanda tutuyor kendini. Böylece yaptıkları işlerin zarar görmesinin önüne geçtiklerini düşünüyorlar. Çünkü onların çalışmalarının ya da yardımlarının sekteye uğraması durumunda yardım alamayacak, toplumda çok fazla ihtiyaç sahibi insan var. Ama mevcut durumda yaptıklarınız değil yapmadıklarınız da önünüze suç olarak çıkabiliyor. Bu nedenle steril alanda kalmak sorunu çözmüyor.” diye konuştu.

“Sivil Toplum Kamusal Alandan Tasfiye Edilmeye Çalışıyor”

Toplantının ilk oturumunda Gezi Davası’nın hukuki bir dava olmadığı etraflıca tartışılmıştı. Konuşmasında buna değinen YADA Vakfı’ndan Mehmet Ali Çalışkan, Gezi Davası hukuki bir dava değilse, sivil toplumun bu davayı başka bir alanın içinde görmeye ihtiyacı olduğunu vurguladı. Gezi davasını kendisinden önceki siyasi davalardan ayıran bir özelliğine vurgu yapan Çalışkan şöyle devam etti: “Balyoz, Ergenekon gibi davalara baktığınızda, siyaset mekanizmasını kontrol etmeye çalışan siyaset dışı unsurların, siyasetten tasfiyesi amacı tartışıldı. Davalar kötü yönetildi ama bu meşru bir amaçtı. Fakat Büyükada baskınıyla ve gözaltılarla başlayan Gezi Davası süreci bize başka bir şey gösteriyor. Gezi Davası ile Türkiye’nin kamusal hayatından sivil toplumu tasfiye etmeye çalışıyorlar. Sivil toplumun kamusal alandan tasfiyesinin bazıları için faydalı, bazıları için zararlı sonuçları olmalı. Bir otoriteryan ortam tesis etmek ve karar mekanizmasında herhangi bir aksi sese maruz bırakmadan işletebilmek isteyenler için sivil toplumun karara etki alanından çıkartılması çok kullanışlı bir ortam yaratabilir. Yani bu davayı açanların hukuki bir tasarımı yoksa başka bir tasarımı olmalıdır.”

“Gezi Davası, Türkiye Sivil Toplum Dünyasını Felce Uğratıyor”

Gezi Davası’nda sivil toplumun bir tür yalnızlık hali yaşadığına vurgu yapan Çalışkan, “Devletin bugünkü iktidar kadrolarının Türkiye’de sivil toplumu tavsiye etme çabası, kendi iktidar alanlarını ve karar mekanizmalarını güçlendirmek için sivil toplumu tavsiye etme arzusu var. Lakin biz buraya çok odaklanarak konuştuğumuz için bugünkü yalnızlığın arkasındaki kendi payımızı ihmal etmiş oluyoruz. Bunu tartışmaya ihtiyaç duyuyorum. Mesela Gezi Davası nasıl sivil toplumum konusu olur? Bu dava sivil toplumda neye yol açıyor diye baktığımızda; baskı altında olduğunu hisseden sivil toplumdaki vasıflı insan kaynağı, ya yurtdışına kaçıyor ya da özel sektöre kayıyor. Çok fazla var rapor yayınlanmıyor, bilgi üretilmiyor. Okur azalıyor. Bu nedenle sivil toplum temel özelliklerini yerine getiremiyor. Gezi Davası, Türkiye sivil toplum dünyasını çok geniş bir felce uğratıyor. Meseleleri keşfetmekten uzaklaştırıyor, görünür kılmaktan uzaklaştırıyor, çözüm ve müzakere yöntemlerini ortaya koymaktan uzaklaştırıyor. Dolayısıyla Gezi Davası’nın bu özgün karakteri sivil toplum dünyasının yeniden toparlanma ihtimalini de çok zayıflatıyor. Bir grup yeni insanın bu alana yeniden ortaya çıkması kolay olmayacak.” şeklinde devam etti.

“Gezi İddianamesi İçerik İlhamını 28 Şubat’tan Alıyor”

Gezi İddianamesi’ni okuduğunda ve savunan yazarların neler yazdıklarına bakıldığında ortaya net bir fotoğrafın çıktığını belirten Çalışkan, “Gezi İddianamesi, içerik ilhamını 28 Şubat’tan alıyor. 28 Şubat’taki sivil toplum kuruluşlarını açılan davalara baktığınızda, o dönemin İslami kuruluşlarının ve temsilcilerinin maruz kaldığı yargılama süreçlerine baktığımızda, devletin onlara o gün nasıl bir muameleyi uygun gördüğünü baktığımızda, üç aşağı beş yukarı benzer süreci Gezi Davası’nda da görüyoruz. Yani makbul ve şüpheli STK’lar var. 28 Şubat darbe döneminde devlet, bir dizi seküler STK’yı, biz dizi islami STK’yı suçlanan pozisyon almaya itmişti. Bugün de aslında çok benzer bir şey yaşıyoruz. Bugün gezi davasının etrafında kümelenmiş çoğunluğunu seküler STK’ların oluşturduğu bu kümenin 28 Şubat sürecini hatırlamaya ihtiyacımız var. İslami STK’ların önemli bir kısmını bu davanın etrafında bir destekçi olarak görmüyoruz.” dedi.

“Seçmenlerin Ortalama Davranışıyla Gezi’ni değeri arasında bir örtüşme var”

Son olarak 31 Mart Yerel Seçimleri’nde ekonomisi büyük şehirlerin AK Parti tarafından kaybedilmesine sebep olan seçmen eleştirisini yapmış oldukları anket çalışması üzerinden değerlendiren Çalışkan, “Seçmenin ‘ben karar mekanizmasının bu kadar merkezileşmesinden memnun değilim’. ‘Türkiye’nin yerel kararlarının Ankara’dan verilmesinden memnun değilim’ diyor. Şimdi buradaki duruma bakarsak aslında Gezi, Türkiye’nin yerel anlamda bir uygulama kararının, bu kadar merkezi bir şekilde alınmasına karşı itiraz etmiş yurttaşların, yerel kararlara katılma arzusunu ve itirazını dile getirmiş bir girişim. Yani Gezi’nin arkasındaki temel fikirlerden birini karar mekanizmasının merkezi karakterine itiraz olarak algılayacak olursak, bugünkü seçmenlerin ortalama davranışıyla gezinin değeri arasında bir örtüşme var” şeklinde sözlerini tamamladı. 

Çalışkan, sivil toplumun Gezi olaylarından itibaren bir konfor alanına savrulduğunu bu konfor alanında olayları gerektiği gibi tartışmadığını ardından gelen davayla da ‘panik odasına’ savrulduğunu belirterek, “Sivil toplum olarak konfor odasıyla panik odası arasında bir sorumluluk odası eklemek durumundayız. Sivil toplum bir tür kaderdaşlık yapmalı. Davada yargılanan, hayatı elinden alınan insanlara karşı sorumluyuz, bunun gerekliliğini yerine getirmeliyiz” dedi.