Uyum, Entegrasyon, Karşılıklı Kabul Ya Da ‘Sizi Geri Yollarız!’

"Mülteci" mi, "sığınmacı" mı, "misafir" mi, "kaçak" mı? Kalacaklar mı gidecekler mi? Suriyeli mültecilerin durumu, statüsü nedir ve ne olacak? Prof. Dr. Ülkü Doğanay'a sorduk...

“Mülteci” diyen var, “sığınmacı” diyen var, “kaçak” diyen var, “misafir” diyen var. Hocam ülkemize sığınmış Suriyelilerin statüsü nedir?

Bu adlandırma karmaşası bile bize çok net bir şey söylüyor… Ülkesindeki savaş nedeniyle, can güvenliği nedeniyle yaşadığı ülkeyi terk etmiş insanlar “mülteci”dir. Yani aslında statülerinin ne olduğu belli. Bu anlamda öyle bir muğlaklık yok. Bu insanlar sınır komşusu olması nedeniyle, başka ülkelere gidenler de oldu ama daha çok Türkiye’ye sığındılar. Uluslararası hukuk onların mülteci konumunu kabul ediyor. Ve bu da mülteci olmaktan ileri gelen hakları olduğu, olması gerektiği anlamına geliyor. Biliyorsunuz Türkiye BM’nin mültecilerle ilgili sözleşmesini 1951 yılında imzalamıştır ve 1961 yılında da onaylamıştır. Ancak imzalarken “Yalnızca Batı ülkelerinden gelenleri mülteci kabul ederiz” şeklinde de bir şerh düşmüş. Bu, o dönemin şartları içerisinde anlaşılabilir bir şey. Bir zaman gelecek ve böyle bir mülteci akını olacak; bunun öngörülememiş olması ile de ilgili elbette. Dolayısıyla bugün “Bu insanları mülteci kabul etmiyoruz, ilgili anlaşmada şerhimiz de var” denilebiliyor. İlk geldiklerinde “misafir” denilmişti. İlk gelenler olumlu da karşılandı, en azından yerelde. Ama misafirlikte şöyle bir problem var; “misafirlik hakkı” diye bir şey yok, ne verirlerse onu alırsınız. Ve misafirlik de “sürekli kalmayacaksınız demek. Zaten ilk başta beklenti de buydu. Ama 7 yılı aşkın bir süre geçti ve artık yeni bir şey olmayacağı da çok belli. Dönebilecekleri bir ülkeleri hala yok. Olsa bile Türkiye’de uzun bir süre geçirdiler.

Bunun bir anlamı, sonucu olsa gerek?

Tabii. Yapılan araştırmaların gösterdiği bir şey var; bu kadar uzun bir süre kalıyorlarsa, bu artık dönmek istemiyorlar demektir. Sorulduğunda yüzde 80 oranında geri dönmek istemediklerini söylüyorlar. Ve unutmayalım ki, dönmek isteseler bile bunun için şartların uygun olması, döndüğünde can güvenliği riski olmaması, bir evinin, insanca yaşam koşullarının olması gerekiyor. Bu konuyla ilgili konuşurken Türkiye’nin izlediği dış politikanın da Suriye’de ortaya çıkan durumla ilgili sorumluluğu olduğunu da hatırda tutmak gerek. Zaman içerisinde gelenler geri dönemediği gibi sayının da artmasıyla beraber bu insanların statüsü ile ortaya çıkan muğlaklık nedeniyle “sığınmacı” statüsü verildi, “Geçici Koruma Altında” oldukları söylendi. Fakat adı üzerinde, “geçici” koruma 1 yıldan daha uzun bir süreyi kapsamaz. Bu süre içerisinde insanların üçüncü bir ülkeye gidene kadar koruma altında olmaları demek. Oysa yaşanan durum bu değil. Irak, Afganistan gibi ülkelerden gelenler de var ama sadece Suriye’den gelenlerin sayısı 4 milyon. Bazen katıldığım konferanslarda da söylüyorum, bu insanlara ister “mülteci” deyin isterseniz “kürteci” deyin, onların statüsü mültecidir. Bunu başka türlü isimlendirmek, “Dağda yürürken kart-kurt sesleri çıkardıkları için onlara Kürt denilmiş, onlar dağlı Türk kardeşlerimizdir” demek gibi bir şey.

Sorun, mülteci statüsünü tanımanın gerektirdiği sorumluluklar galiba.

Evet. Temel problem ve kritik nokta bu; onlar mülteci ve bunun gerektirdiği haklardan yararlanmaları gerekir. Ama bazen resmi konuşmalarda da “mülteci” deniyor, tabii “sığınmacı” diyen de var, “Suriyeli” diyen de var. Adını dosdoğru koyamıyoruz, çünkü adını koyduğumuzda haklarını da tanımamız gerekir.

Bir de “entegrasyon” problemi var. Bu kavramdan ne anlamak gerekiyor mülteciler söz konusu olduğunda?

Bu, çok boyutlu bir mesele. Hükümet de bunun yeni yeni farkına varmaya başladı. Avrupa Birliği (AB) de sivil topluma sağladığı desteklerde entegrasyonu öne çıkarıyor artık. Çünkü belli ki bu insanlar kalıcı, çocuk yaşta gelip de burada büyüyenler var, burada doğan çocuklar var, burada evlenenler var. Özellikle çocukların eğitim ihtiyaçları var. O kadar çeşitli ki içinde bulundukları şartlar, ister istemez “uyum” kelimesi öne çıkıyor. Ama bu kelimeyi kullanırken de çok ihtiyatlı olmak lazım.

Artık geldiğimiz noktada her iki tarafın da birbirini kabul etmesi ve birlikte yaşamaya uygun bir zemin oluşturmanın kanallarının açılması lazım. Bu “Hepiniz Türkçe konuşacaksınız, sokaklarda Arapça tabela görmek istemiyoruz, devlet de onlara Arapça hizmet vermesin” demekle olmuyor.

Evet; nasıl bir entegrasyon veya uyum olmalı?

Bakın, entegrasyon adına “Yalnız bana uyacaksınız” derseniz bunun adına “entegrasyon” değil “asimilasyon” denir, ki bu da Türkiye’nin çok da yabancısı olmadığı bir kavram. Göçmen ya da mültecileri barındıran başka ülkelerde de bu sorun var, sadece bizde değil yani. Mesela Almanya’da, Hollanda’da. Entegrasyonun yukarıdan dayatılması olacak bir şey değil, olmuyor da zaten. Bir takım bariyerler var. “Bize benzesin” deniyor ama ardından da öne çıkan “Ama bizim haklarımıza da sahip olmasın” oluyor. Yani “Entegre olsunlar, ama vatandaş olmasınlar, bizim işimizi, aşımızı elimizden almasınlar” şeklinde bir durum. Milliyetçilik, hep bir “karşı taraf”ın varlığına ihtiyaç duyar, onun üzerinden kendini ifade eder. Bu, kendi içinde çelişkileri olan bir durum; yani hem “bize benzesinler” demek hem de hep “öteki” kalsınlar demek. Olması gereken, karşılıklı kabuldür. Yani bizim de onu kabul etmemiz gerek. Tabii burada yaşamak için Türkçe öğrenmek durumundalar, yoksa günlük yaşamlarını idame ettiremezler her şeyden önce. Çocuklardan, gençlerden ziyade orta yaş ve yaşlılar bunu yaşıyorlar. Sadece kendilerinin yaşadığı mahalleler, tümüyle içe kapalı, gettolaşmış, kendi dilinden başka dil konuşulmayan alanlar ortaya çıkıyor ve biz bunu Almanya’da yaşayan Türklerin durumundan biliyoruz. Orada sanki zaman durdurulmuş, o dilin zaman dilimi içinde hapsedilmiş gibi görünüyor. Bunu kırmak için öncelikle Türkçe öğrenmelerine yardımcı olmak önemli. İlk gelenler öğrenmek istemiyorlardı, geri döneceklerine inanıyorlardı çünkü. Çocuklarını okula göndermeye de ihtiyaç duymadılar. Ama artık geldiğimiz noktada her iki tarafın da birbirini kabul etmesi ve birlikte yaşamaya uygun bir zemin oluşturmanın kanallarının açılması lazım. Bu “Hepiniz Türkçe konuşacaksınız, sokaklarda Arapça tabela görmek istemiyoruz, devlet de onlara Arapça hizmet vermesin” demekle olmuyor. Basın üzerinde yaptığımız araştırmada da bunu gördük. Maalesef politikacılar da bunu çok güzel kışkırtıyorlar seçim malzemesi olarak, popülist bir dilin malzemesi olarak. Bu şekilde uyum ve birlikte yaşamanın kanallarını açmak mümkün değil. Bu açıdan da kritik bir noktadayız aslında. Riskler var.

Ne gibi riskler? “Din kardeşi” olmamız bahsettiğiniz birlikte yaşamanın önemli referanslarından biri değil mi?

Riskler var çünkü artık az olmayan bir nüfustan söz ediyoruz. Ve daha da artacaklar. Bu kadar ayrımcılığa maruz kalan, dışlanan, gettolaşmış bir nüfus oluşturursanız, bu size eninde sonunda başka türlü dönecektir. Hepimiz din kardeşiyiz, tamam, ama ortaklaşılabilecek tek kanal olarak bunu öne sürmek de yetmez ve hem de tehlikeli. Çünkü bu radikalizme giden kapıları açan bir şey. Tek ortak noktamızın “din kardeşliği” olması çok ciddi bir problem. Bütün bir kültürü, dili, oradan beraberlerinde getirdikleri her şeyi yok saymak, dahası aşağılamak ve bu şekilde bir ortak yaşam zemini oluşturmak mümkün değil. Olmadı geri göndeririz hepsini demek de mümkün değil.