“Yapılı ve Yapısız Çevrenin Güvenliğini Sağlamak Belediyenin Birinci Görevi”

Şehir Plancısı Gizem Kıygı, 'çocuk dostu belediye' kavramının sadece çocukların ön planda tutulduğu prestij projeleriyle değil şehirlerin çocuklar için güvenli hale getirilmesiyle mümkün olacağını belirterek, "Eğer bir yerel yönetim çocukları sürekli araçlarıyla kentin müzelerine götürüyor, çocuk parkları kuruyor, bunun da reklamını yapıyor ama öte yandan sınırları dahilindeki inşaat faaliyetlerinin güvenliğini, sesini, tozunu denetlemiyor ise sorumluluklarını yerine getirmiyordur. " diyor.

Gizem Kıygı, farklı inisiyatif ve STK’larla çalışmış bir şehir plancısı… ‘Nasıl Bir Yerel Yönetim” dosyamızda ‘çocuk ve şehir’ başlığıyla görüşlerine başvurduğumuz Kıygı, bu konuda olduğu kadar sivil toplum ve yerel yönetim ilişkisinin tamamına dair önemli değerlendirmelerde bulunuyor.

Farklı kolektif gruplarda, stk’larda çalışmış biri olarak sivil toplum yerel yönetimler ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz bu konudaki gözlemler her iki tarafa yönelik olarak nelerdir?

Yerel yönetimlerle sivil toplum arasındaki ilişki birçok farklı açıdan değerlendirilebilir, hatta bu ilişkiye odaklanan farklı sesleri duymaya ihtiyacımız var. Ben kendi deneyimimden, umut ve karamsarlığın kol kola yürüdüğünü söyleyebilirim. Yerel yönetimler açısından bakarsak, ilginç bir süreçten geçiyoruz. Siyasi partiler özellikle büyükşehirlerde meclis siyaseti düzeyinde güçlü aktörlerini aday olarak göstermeye başladılar. Daha önce Başbakanlık görevi yürütmüş bir aktörün İstanbul Büyükşehir Belediyesi için aday olduğunu görüyoruz örneğin. Bu bile başlı başına kent siyasetinin belirleyiciliğinin geldiği nokta hakkında bize çok şey söylüyor. Bu belirleyiciliğin dinamiklerini anlamak için daha çok çaba göstermemiz gerekiyor. Siyaseti iten nedenler ne? Kentliler bu durumu nasıl karşılıyor? Bu aktörlerin yerel yönetim düzlemine çekilmesi onlarda güven duygusu mu oluşturuyor? Yerel siyaset aracılığıyla, yine bu aktörler üzerinden, merkezi siyaseti daha erişilebilir mi buluyorlar? Ya da tam tersi, yerel yönetim merkezi siyaset düzlemine çekilerek daha erişilmez mi oluyor? Bu sorular üzerine kestirimci cevaplar veremeyeceğimiz ve yalnızca oy oranlarıyla da ölçümlemenin mümkün olmadığı sorular.

“Kentsel Dönüşümün En Büyük Meşrulaştırma Aracı: Deprem”

Sivil toplum açısından bakarsak, ben tüm baskı mekanizmalarına ve yarattığı karamsarlığa rağmen, sivil toplumun geldiği noktayı umut verici bulanlardanım. Bir baskı mekanizmasının toplumsal bir karşılığı, dolayısıyla tarihsel bir derinliği olmadan kurulamayacağını ve kurumsallaşamayacağını düşünüyorum. Bunun kent siyaseti üzerinden çok somut bir örneğini verebilirim. Son yıllarda, bir baskı mekanizması olarak kentsel dönüşümü çok yoğun yaşıyoruz, tartışıyoruz. Bunu da mevcut iktidarın yaptıkları üzerinden değerlendiriyoruz. Son yıllarda başka bir hal aldığı bir gerçek. Ancak öte yandan şunlar da gerçekler, kentsel dönüşüme konu olan özellikle yoksul mahalleler için bu son yıllarda beliren bir tehdit değil. Bu mahallelerin sakinleri yerleşimleri kurulduğu tarihten beri, 60-70 yıldan beri bu baskıyla yüz yüzeler. Üstelik bu baskının kurumsallaşması yalnızca iktidar partisi eliyle olmuyor, diğer partiler de bu baskıya uyumlanan ve yeniden kuran politikalar izliyorlar. Şu an kentsel dönüşümün en büyük meşrulaştırma aracı da deprem. Oysa bu da yeni bir şey değil. Özellikle 1999’dan beri depremin yalnızca İstanbul için değil Türkiye’deki birçok kent için ciddi bir tehdit olduğunu hepimiz biliyoruz. Ancak bunu ciddi ciddi konuşmaya Afet Yasası diye bilinen kanunun kentsel dönüşümün önünü açmasıyla başladık. Sivil toplum şu an bu baskı mekanizması haline gelen toplumsal hassasiyetleri görüyor, deneyimliyor ve yeni yaratıcı araçlar üretebiliyor. Dahası bu anlamda yerel yönetimlerle işbirlikleri, müzakere süreçleri  çoğalıyor. Umut verici bulduğum nokta ise, benim de içinde yer aldığım haliyle, bu hassasiyetlerin kökenini kutuplaşmaya gitmeden anlamaya çalışma çabası. Bu hassasiyetler baskı karşılığı bulmadan diyalog düzlemi kurulacak çalışmalar yürütülüyor. Yani deprem olmadan afeti, kentsel dönüşüm olmadan mahallemizde daha sağlıklı ve güvenli yaşamanın yollarını kutuplaşmaya düşmeden tartışmaya ve buna yönelik üretimler, pratikler geliştirdiğimiz noktada (ki bunu farklı konularda yapan birçok sivil toplum örgütü var) taşlar yerine oturacak.

Bir başka sorun da, yerel yönetimlerin işbirliğine girecekleri sivil toplum örgütleri hususunda garip bir seçiciliğe sahip olması. Sivil toplumun siyasi söylemi bu seçicilikte bir etken. Ancak garip bulduğum bu değil. Bunun daha ötesinde, daha kurumsal, büyük sivil toplum örgütleriyle işbirliğine gitmek için çaba gösterirken, kendi sınırları dahilinde, yurttaş oluşumlarına ve örgütlerine, daha küçük ve yerel, dolayısıyla dile getirilen sorunun öznesi olan gruplara özenli davranmaması ve iletişim kanallarını kapatması.

İki tarafın da bu ilişkide oturtamadığı veya iyi olduğu yönler nelerdir sizce?

Bu işbirliklerinin bağlamına göre değişebilir. Bu bağlam iki tarafın görev ve sorumlulukları, dolayısıyla konumlarını belirler. Geldiğimiz noktada iki taraf da birbirinin işbirliğine ihtiyaç duyuyor. Bu ihtiyaç duyma halinin iyi bir gelişme olduğunu düşünüyorum. Ancak birbirimizi anlama noktasında biraz zamana ihtiyacımız var. Yerel yönetim açısından bakarsak, bu yönetim biçiminin bir geleneği var. Bu geleneğin çalışan ve çalışmayan tarafları var. Proje odaklı düşünmek bunlardan biri örneğin. Proje odaklı düşünmek bazen geliştirici bazen gerileticidir. Katılımcılık konusunu ele alalım. Katılımcılık, öyle de ya da böyle herkesin önemsediği bir kavram haline geldi. Dolayısıyla bunu sınırlı bir kesimin tartışma başlığı olmaktan çıkarıp projelendirmeye gitmek doğru yönetildiğinde verimli sonuçlar ortaya çıkabilir. Öte yandan katılım temastan başlar. Önce temas ederiz, yan yana geliriz. Sonra birbirimizin kelimelerini anlamaya çalışırız. Sağlıklı çevre deriz, ama herkesin sağlıklı çevre tanımı başka ve gündelik hayatlarımızla, bizle bağı var bu tanımların. Dolayısıyla ihtiyaçlarımız da oradan kuruyoruz. İhtiyaçlarımızı tanımlarız, üzerinde uzlaşırız ve bu uzlaşı sonrasında mekansallaşır talep. Yerel yönetimin refleksi, bir konuyu hemen “katılım”la bir proje haline getirmek, hemen bir park yapmak, kültür merkezi yapmak vb. Bu acelecilik daha en temelden katılımı boşa çıkaran bir tavır. Sivil toplum da bu proje refleksine uyumlandığında ya da yerel yönetimin bu refleksini çözümleyecek gücü kendinde bulamadığında sorunlar ortaya çıkıyor.

Bir başka sorun da, yerel yönetimlerin işbirliğine girecekleri sivil toplum örgütleri hususunda garip bir seçiciliğe sahip olması. Sivil toplumun siyasi söylemi bu seçicilikte bir etken. Ancak garip bulduğum bu değil. Bunun daha ötesinde, daha kurumsal, büyük sivil toplum örgütleriyle işbirliğine gitmek için çaba gösterirken, kendi sınırları dahilinde, yurttaş oluşumlarına ve örgütlerine, daha küçük ve yerel, dolayısıyla dile getirilen sorunun öznesi olan gruplara özenli davranmaması ve iletişim kanallarını kapatması. Yerel yönetimler büyük, ana akım medyada kamu spotu yayınlayabilen sivil toplum örgütlerine gösterdikleri ilgi ve hassasiyeti mahalle örgütlenmelerine göstermiyorlar. Bu çok ciddi bir sorun.

Son olarak da, sivil toplum ve yerel yönetimlerin yetki ve sorumluluk sınırlarını çok kolay aşabildiklerini görüyorum. Bunun zamanla oturacağını düşünüyorum. Ancak bu sivil toplum içerisinde yer alan bizlerin üzerine iyi düşünmesi gereken bir konu. Yerel yönetimlerin yasalarca belirlenmiş sorumlulukları var, yerine getirmeleri gereken hizmetler var. Sivil toplum yerel yönetimlerin bu sorumlulukları yerine getirmesi için talep eden ve yönlendiren pozisyonu kaybettiğinde, yani yerel yönetimin vermesi gereken hizmetleri onun yerine vermeye başladığında bu kenti ve kentlileri güçlendiren bir süreç olmuyor. Bu anlamda “adalet talebi” hepimiz için bir kırmızı çizgi olmalı. Özellikle gönüllülük üzerinden “şefkat”, “yardımseverlik” gibi söylemlere düştüğümüz zaman,”hak sahibi” kentliyi “ihtiyaç sahibi” kentliye dönüştürüyoruz. Bu toplumu, dolayısıyla sivil “toplumu”  güçlendiren bir tutum değil, aksine yaralayan bir tutum.

Çocuk alanında yerel yönetimlerin faaliyetlerini nasıl buluyorsunuz mevcut durum ve olması gerekenle ilgili görüşleriniz?

Bu noktada öncelikle şunu söylemeliyim: Yerel yönetim bir kurumsal bir yapı. Yalnızca bir partinin temsilcisi başkandan yani kişiden ibaret bir şey değil. Bu yapının içerisinde çalışan meslektaşlarım, bu kurumun kalıplaşmış ve çalışmayan gelenekleriyle sürekli mücadele ediyorlar. Bu anlamda en umut verici çalışmaların arkasında, onların fikirleri ve sabırları var. Yerel yönetimlerin başkanlıklar düzeyindeki yönetim kademeleri sivil toplum anlayışından uzak olsalar dahi, yine bu kademelerde daha alt düzeylerde çalışan ve kendileri de halihazırda sivil toplumun içinde olan meslektaşlarım sivil toplum anlayışını ve işbirliklerini yerel yönetimlere entegre etmek için çok çalışıyorlar. Sanırım zorlukları hepimiz az çok tahmin edebiliriz. Bu anlamda bana umut veren örneklerin daha görünmez olduğunu söyleyebilirim. Bir yerel yönetimin mahalle örgütlenmeleriyle, çocuklarla düzenli toplantı yapma alışkanlığı kazanması, belediyenin çatısı altında çocuklara verilen sosyal hizmetlerin yine meslektaşlarım aracılığıyla yoksul mahallelere ulaşabiliyor olması görünmeyen ama önemi çok büyük faaliyetler. Çocukların eğitim sistemi dahilinde ulaşamadıkları resim, müzik, bilgisayar kursları, spor aktivitelerine ilişkin faaliyetleri, müzelere daha çok çocuğun ulaşması için yapılan çalışmaları, genel olarak çocukların kendi mahallelerinden çıkarak kentte başka mekanları deneyimledikleri faaliyetleri çok önemli buluyorum. Ancak ısrarla görmemiz gereken şey belediyenin çocuklara ve hepimize karşı sorumluluklarının bunlardan ibaret olmadığı. Aslına bakarsanız, bu sorumluluk alanı oldukça geniş.

Bir çocuk atölyesiyle “katılımcı tasarım” yapılamayacağını görmeli ve yerel yönetimleri doğru bir şekilde yönlendirmeliyiz. Çocukların kendi anlam ve varlık düzeylerini kuramadıkları makam isimlerini onlara yüklemekle, “belediye başkanı olsaydın ne yapardın?” diye sormakla örneğin, çocukların kent yönetimine entegre edilemeyeceğini anlamalıyız ve anlatmalıyız.

“Çocuk Resmi İçeren Çalışmaya İkna Olup Temel Meseleyi Atlıyoruz”

Eğer bir yerel yönetim çocukları sürekli araçlarıyla kentin müzelerine götürüyor, çocuk parkları kuruyor, bunun da reklamını yapıyor ama öte yandan sınırları dahilindeki inşaat faaliyetlerinin güvenliğini, sesini, tozunu denetlemiyor ise sorumluluklarını yerine getirmiyordur. Çocuk resmi içeren her çalışmaya bir şekilde ikna olup en temel meseleyi atlıyoruz: Yönetimi dahilindeki yapılı ve yapısız çevrenin güvenliğini sağlamak belediyenin birinci görevi. Dolayısıyla denetimsiz inşaatın, açık kanalizasyon çukurunun, yol tedbirlerinin alınmadığı yerde, belediye sorumluluklarını yerine getirmiyordur. Ölçüyü şuradan kurabiliriz; bir evin kapısının önünü orta nokta alıp çevresine 100 metre, 200 metre, 500 metre genişliğinde çemberler çizdiğimizi düşünün, bu evde yaşayan ve kendi gelişim süreci içerisinde ebeveyn refakatine ihtiyacı azalmış bir çocuk, bu çemberler içerisinde ne kadar güvenli dolaşabilir? Belirtme ihtiyacı duyuyorum: Bu çocuk engelli bir çocuk da olabilir. Ancak durum değişmez: Daha çocuk evinin sokağında refakatsiz bir topa vuramıyor ise, fiziksel çevre koşulları buna izin vermiyor ise yönetim süresi dahilinde 500 çocuk parkı yapmış olsa da belediye temel sorumluluklarını yerine getirmemiştir.

Son zamanlarda belediyelerce çok kullanılan “çocuk dostu kent” tanımının ve buna yönelik geliştirilen projelerin de, adım atmak anlamında önemli olduğunu ancak temkinli yaklaşılması gereken durumlar olduğunu söylemeliyim. Bir önceki soruda değindiğim hususlar, aceleci proje yaklaşımları iyi değerlendirilmeli. Amacımız verilen emeği ve niyeti görmemek olmamalı, ancak geliştirmek için çaba harcamalıyız. Bir çocuk atölyesiyle “katılımcı tasarım” yapılamayacağını görmeli ve yerel yönetimleri doğru bir şekilde yönlendirmeliyiz. Çocukların kendi anlam ve varlık düzeylerini kuramadıkları makam isimlerini onlara yüklemekle, “belediye başkanı olsaydın ne yapardın?” diye sormakla örneğin, çocukların kent yönetimine entegre edilemeyeceğini anlamalıyız ve anlatmalıyız. Bu birçok disiplinin yan yana yine hak temelinde çalışması ve uzun soluklu deneyimlerle ortaya konacak bir süreç.

Çocuk alanında çalışan sivil toplumun yerel yönetimlerle çalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz.

Benim gözlemleyebildiğim kadarıyla iki ana akstan yürüyor süreç. Bir tarafta çocuk alanında hak temelli çalışan sivil toplum örgütleri var. Çoğu yerel yönetimlerden bağımsız yürüyorlar. Hak temelli çalışmalarda, bağımsız olmak belirleyici bir durum. Daha önce bahsettiğim yetki ve sorumlulukların sınırları meselesi bu noktada hak temelli çalışan sivil toplum örgütlerinin aleyhine işliyor maalesef. Yani belediye, sivil toplumun söylemini kurmasında müdahaleci davranarak sınırlarını aşıyor. Bu durumun istisnaları var elbette. Bu istisnaların çoğalması da umut verici. Bir grup daha sosyal faaliyet ve yardım çerçevesinde çalışmalarını yürütüyor. Bu grup belediyelerle daha çok işbirliği içerisinde. Bu birikimin ve deneyimin önemli olduğunu düşünüyorum.

Talep ettiğimiz haklar, siyasi bir özne olmanın ötesinde, kendileri de birer kentli olan yerel yönetimcilerin, onların ailelerinin ve çocuklarının da hakları. Bu kimliğin ötesine geçebilecek bir dil kurabilmenin umudunu taşıyorum, taşımak zorunda da hissediyorum biraz kendimi. Bu anlamda, “adalet talebi” çizgisinden geri düşmeden, yerel yönetimlerle işbirliği geliştirebilen oluşumların çoğalması bana umut veriyor.

Benim bu zamana kadar birliktelik kurduğum gruplar, kurucusu olduğum ve yer aldığım faaliyetler hak temelliydi. Ancak bütün bu süreçte bir müzakere toplantısı düzeyinde olsa dahi yerel yönetimlerle işbirliğinin önemli olduğunu deneyimledim kendi yolculuğumda. Bunun zorluklarının farkındayım. Hem dil uyuşmazlığından, hem meslek alanımdan, hem meslektaşlarımın yerel yönetimlerde çalışırken yaşadıkları zorluklardan, hem de genç bir kadın olarak karşılaştığım iletişim biçimlerinden türlü zorlukları biliyorum ve deneyimliyorum. Ancak bu zorlukların üstesinden kente dair bana, çocuklara, hepimize karşı sorumlulukları olan bir kurumun katılımı olmadan çözemeyeceğimize inanıyorum. Talep ettiğimiz haklar, siyasi bir özne olmanın ötesinde, kendileri de birer kentli olan yerel yönetimcilerin, onların ailelerinin ve çocuklarının da hakları. Bu kimliğin ötesine geçebilecek bir dil kurabilmenin umudunu taşıyorum, taşımak zorunda da hissediyorum biraz kendimi. Bu anlamda, “adalet talebi” çizgisinden geri düşmeden, yerel yönetimlerle işbirliği geliştirebilen oluşumların çoğalması bana umut veriyor. Genel olarak sivil toplumda farklı hassasiyetlerle yola çıkan kuruluşların deneyimleri ortaklaştırarak yol alma çabası da bana umut veriyor.

“Çocuklar Politikanın Ağır Gündemini Yetişkinler Kadar Yaşıyor”

Çocuk çalışmaları kent üzerine çalışan sivil oluşumlar nezdinde kıyıdaydı bu zamana kadar. Son yıllarda bunun değiştiğini görüyorum. Bu yerel siyaset söylemini de etkiliyor. Genel olarak çocuklarla çalışmak ülkemizde pek “ciddiye” alınmıyor. Bu ciddiye alınmamak çok yönlü bir mesele. Çocuklarla çalışmanın eğlenceli olduğu düşünülüyor. Bir yanıyla gerçekten öyle, çocuklarla çalışmak çok eğlenceli. Ancak öte yandan, aslında görünür ama görünmez zorlukları var. Birincisi politikanın ağır tüm gündemlerini çocuklar da yetişkinler kadar hatta onlardan daha fazla yaşıyorlar. Dolayısıyla onlarda oluşan tahribat çok ciddi. İkincisi, bu çalışmaları yürüten yetişkinlerin duygu durumları çok önemli. Çocuk kendi deneyimini oluşturmak için güvenli bir ortama ihtiyaç duyar. Güvenlik kameralarıyla, duvarlarla güvenli ortam kurmaya çalışıyoruz. Oysa unutmamak gereken çok önemli bir şey var. Güven bir duygudur. İnsandan insana aktarılır. Çocuğun bir ortamda güven duyabilmesi için ortamda bulunan yetişkinden bu duyguyu alması gerekiyor. Böylelikle kendi deneyimini ortaya koyabilir. Dolayısıyla çocuk çalışmaları yürüten yetişkinlerin kendi duygularıyla tanışması, bastırması değil, farkında olması ve yönetebilmesi gerekiyor, çalışmanın kapsamı ne olursa olsun. Hepimiz insanız, özel hayatımızda zorluklar yaşıyoruz, işbirliği yaptığımız kurumlarla zorluklar yaşıyoruz. Bu zorlukların çocuk çalışmalarında belirleyiciliğini keşfetmek için başta kendimize, çevremize ve çocuklara şefkat duymamız gerekiyor. Şefkat bir söylem değil, o da bir duygu aslında. Dolayısıyla çocuk çalışmaları bununla yüzleştiğimiz çalışmalar, yetişkinlerle çalışmaktan daha zorlayıcı olabiliyor. Yerel yönetimlerin işbirliklerinde iletişim biçimlerini geliştirirken bu hususu göz ardı ettiğini görüyorum. Üstelik bunun sürekliliği de çok önemli. Çünkü güvenli ortamı sağladığınızda, çocuk bu defa yaşadığı bir travmayı paylaşabiliyor. Direk bu travmalar üzerine çalışan sivil toplum örgütleri de var ve yaptıkları çalışmalar çok önemli. Bu konuda önyargılı olmamak lazım. Biz yetişkinler belirli dezavantaj tanımları üzerinden yaklaşabiliyoruz bazen, oysa bize çok avantajlı görünen bir çocuk aslında türlü travmalarla sınanıyor olabilir. Buna çözüm getirmekten daha önce açık olabilmek için kendimize iyi bakmamız ve deneyimlerimiz üzerinden “ciddiyetle” daha çok temas kurmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu anlamda psikoloji alanında çalışan sivil toplum örgütleriyle hem diğer çocuk çalışmaları yürüten grupların hem de yerel yönetimlerin işbirliklerinin çoğalmasını diliyorum.