KESK’ten “Krizin Faturasını Ödemeyeceğiz” Çağrısıyla Bölge Mitingleri…

KESK bölge mitingleri ile kamu emekçilerinin taleplerini görünür kılmaya çalışıyor. Bölge mitinglerinden birisi de Adana’da gerçekleşecek. SES Eş başkanı İbrahim Kara’ya kamu çalışanlarının sorunlarını, taleplerini ve Fransa’da ki Sarı Yeleklilerle ilgili ülkemizde yürütülen tartışmayı sorduk.

Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) bir süredir bölge mitingleri aracılığıyla bir dizi talebi gündeme taşımaya çalışıyor. “Krizin Bedelini Ödemeyeceğiz” başlığı altındaki talepleri, Kamu çalışanlarının ekonomik krizde yaşadığı sorunları Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası Eşbaşkanı İbrahim Kara sendika çalışmaları için geldiği Mersin’de konuştuk.

Kriz döneminde kamu emekçileri nasıl etkilendi; KESK’in buna yönelik yapmayı düşündüğü eylemler nedir?

Ciddi bir ekonomik krizle karşı karşıyayız. Sadece ekonomik kriz demek de doğru değil aynı zamanda ülkemizde ciddi bir siyasi krizi yaşanıyor: Yönetememe krizi söz konusu. Tabii ki yönetememe krizini siyasi iktidar, egemenler baskı rejimi ile engellemeye çalışıyorlar. Faşizan uygulamalar ciddi bir hal aldı ülkemizde. Tabiri caizse hakkını aramaya çalışan herkes suçlu ilan ediliyor. Bunun emarelerini birçok etkinlikte hisseder hale geldik. Bir taraftan cumhurbaşkanı ‘kriz mriz yok’ gibi cümleler kullanırken, diğer yandan da sermayeye ‘krizi fırsata çevirin’ gibi cümleler kullanarak aslında; sermayenin ekonomik krizi bahane ederek, tamamıyla güvencesiz çalıştırma, ücretlerin kesintiye uğratılması gibi hamleleri yapmalarına yol açan cümleleri sarf ediyor. Bizim açımızdan, emekçiler açısından ciddi bir yoksullukla karşı karşıyayız. Alım gücümüz bir yıl öncesine göre yarı yarıya düşmüş vaziyette. Bunun ipuçlarını pazar alışverişlerinde, yani temel tüketim maddelerine yönelik yapmış olduğumuz alışverişlerde görüyoruz. Yüzde yüzün üzerinde artışlar söz konusu. Örneğin geçen yıl 4 liraya aldığımız salçayı bugün 10 liraya alıyoruz. Keza temizlik malzemeleri yüzde altmış yüzde yetmiş oranlarında artış göstermiş durumda. Bu da yaşamımızı, emekçilerin yaşamını etkiliyor.

“Biz de Başka Bir Gemide Şelaleye Doğru Sürükleniyoruz”

Yoksullaştırmaya dönük  adımlar aynı zamanda toplumun sağlıksız bir hale getiriyor. Biz sağlık ve sosyal hizmet emekçileri sadece kendi ücretlerimiz, ekonomik ve demokratik haklarımıza dair bir mücadele yürütmüyoruz. Aynı zamanda halkın sağlık hakkına erişimi, toplumun  sağlıklı olmasına ilişkin de tartışmalar yürütüyoruz. Düşük ücret doğallığında doğalgazın yakılmaması anlamına geliyor. Doğallığında daha kötü koşullarda barınma anlamına geliyor. Yetersiz beslenme anlamına geliyor. Bütün bunların ortadan kalkabilmesi için bu dönemde, ki TÜİK’İn açıklamış olduğu bir rakam söz konusu yoksulluk sınırının altı 6100 küsür diye ifade ediyor. En düşük memur maaşının, sadece memur demeyelim buna; emekçi maaşının yani asgari ücretin 6 bin TL’nin altında olmaması gerekiyor. Bizim aldığımız ücretler ortalama 3500 civarında. Bu yoksulluk sınırını bırakalım, açlık sınırında yaşam anlamına geliyor. Bu nedenle bu kayıpların karşılanması gerekiyor.

Siyasi iktidar tarafından enflasyonu çok düşük göstermeye yönelik hamleler yapmaya başladılar. Sözde sermaye ile bu ekonomik krizde bir işbirliği içerisindeymiş gibi ifadeler kullanılarak krizi aşmaya yönelik, sermayenin bazı ürünlerde indirimler uygulandığına dair ifadeler, reklamlar, kamu spotları söz konusu. Biz bunun gerçeği yansıtmadığını düşünüyoruz. Birkaç üründe,satışı daha az olan, toplum tarafından fazla ihtiyaç olmayan ürünlerde bu tür indirimlere gidebiliyorlar.  Bunu zaten normal koşullarda da elde kalmasın ürünler diye yapıyor sermaye.

Bu ekonomik krizin faturasını; siyasi iktidarın ya da onların temsilcilerinin söylediği gibi, ‘hepimiz aynı gemideyiz’ ve ‘hepimiz ödeyeceğiz’ gibi cümleler kuruyorlar. Biz bunun karşısında hepimizin aynı gemide olmadığını düşünüyoruz, biliyoruz, ifade ediyoruz. Çünkü onlar başka bir gemideler bir yapılar, sadece kendileri o yapıda yaşıyor. Biz de başka bir gemide şelaleye doğru sürükleniyoruz. Hayatta kalabilmenizin tek yolu, o gemide olanların artık kol kola girip, omuz omuza verip, birbirlerine sarılarak bu uçurumdan yuvarlanacak olanlar var ise  ya da bu krizin faturasını ödeyecekler varsa: bu krizi yaratanlar ve onların yanındaki sermaye grupları. Onlar ödesin diyoruz. Bu sebeple de zaten ülkenin dört bir yanında, bütün şehirlerde konfederasyonumuz KESK, o şehirlerdeki emek ve meslek örgütleri ile beraber taleplerimizi açığa çıkarttığımız ve krizin sorumlularının bu krizin bedelini ödemesi ödemesine yönelik çalışmalar yürütüyoruz.

Bu çerçevede Adana’da  ayın 15’inde bir miting gerçekleştireceğiz. Daha önce İzmir’de ve Samsun’da gerçekleştirdik. Önümüzdeki haftalarda Diyarbakır’da olacak, İstanbul’da bir miting gerçekleştireceğiz. Ocak ayının ikinci yarısında da Ankara’da tüm Türkiye’yi  davet edeceğimiz bir miting gerçekleştirmeyi düşünüyoruz.

“AHİM Cezaları Emekçilerin Cebinden Çıkacak”

OHAL’den sonra  kitlesel olarak bir araya gelmek için yapılan çağrılardan birisi bölge mitingleri ve merkezi miting. Taleplerin bir kısmında da OHAL sonrası KHK’larla görevlerinden alınan kamu emekçilerine dair de talepler var. Bölge mitinglerinde kamu emekçilerinin somutladıkları talepleri nelerdir?

15 Temmuz darbe girişiminin ardından bir süreç yaşadık. Hatırlayalım darbe girişiminin hemen arkasından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın  kurmuş olduğu bir cümle vardı: ‘Allah’ın bir lütfu’ demişti. Bu darbe girişimine ilişkin, tabii düşündüğümüzde bunun niçin söylemiş olabilir, neden söylemiş olabilir diye değerlendirmek gerekiyor. Daha sonrasında atılan adımları gördüğümüzde gerçekten egemenler açısından ‘Allah’ın bir lütfu’, sermaye ve yönetenler açısından Allah’ın bir lütfu olduğunu görmüş oluyoruz. Darbe girişiminin hemen arkasından olağanüstü hal uygulamasına geçildi. Aslında bir askeri darbe süreci yerini sivil darbe sürecine bırakmış oldu. Kanun hükmündeki kararnameler ile tırnak içerisinde demokratik kanallarla yapmış olduğu seçimler bile kenara atılarak TBMM bypass edildi. KHK’larla, sadece Bakanlar Kurulu’nun almış olduğu kararlarla ülke yönetilmeye başlandı. Yine Tayyip Erdoğan kurduğu cümleden anlıyoruz, sermaye ile yapmış olduğu görüşmelerde, toplantılarda kurmuş olduğu cümle: “OHAL sizi ilgilendirmiyor OHAL emekçiler açısından uyguluyoruz ifadesini” belirtmişti. Hemen hızlıca harekete geçti hatırlayalım. Seçilmiş belediye başkanları görevden el çektirildi, kayyumlar atadı. Siyasi partilerin genel başkanları, eş başkanları, seçilmiş milletvekilleri cezaevine gönderildi. Daha sonra kamu emekçilerini, yani kendi gibi düşünmeyen herkesi kamudan sorgusuz sualsiz bir şekilde ihraç ettiler. 117 binin üzerinde insan ihraç oldu, açlığa terk edildi. Bunun dışında birçok basın yayın, özgür basın diye tabir ettiğimiz, gerçekten emeğin ve emekçilerin sorunlarını gündemine alan basına dair ciddi saldırılar oldu. Gazeteciler cezaevine kondu. Aslında bir sıkıyönetim ya da askeri yönetim demeyelim de bir darbe süreci yaşanır oldu. Seksenleri bile neredeyse aratacak bir süreç yaşadık ve yaşıyoruz da. Hala o dönemde birçok kamu emekçisi ihraç edilmiş oldu. Bizim de üyelerimizin içerisinde bulunduğu arkadaşlarımız ihraç edildi. Bu sürede biz hemen hukuki süreci işletmeye başladık. Tabii ki fiili sürecin yanı sıra, hukuki süreç açısından da hızlıca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuru niyetiyle hareket ettik. AHİM’in talebiyle bir komisyon kuruldu: OHAL Komisyonu. Böylelikle bir de aslında hukuk denen şey ortadan kalktı. Sadece OHAL Komisyonu kararlarının bekliyoruz. OHAL Komisyonu kararları doğrultusunda eğer olumsuz bir yanıt verirse hukuki süreç başlatacağız. Buna ilişkin de bekliyoruz. Çok az insanın bugün bugüne kadar dilekçeleri başvuruları değerlendirildi. Dönen arkadaşlarımız söz konusu, ama sayıları gerçekten çok değil. OHAL Komisyonu süresi bitmek üzere, yeniden uzatılacak muhtemelen. Biz buradan çok özel bir şey, pek umut beklemiyoruz. Türkiye’deki mahkemelerden de beklemiyoruz açık konuşalım. Herhangi bir savcının yapmış olduğu işletmeye çalıştığı bir süreci, İçişleri Bakanı ve Dışişleri Bakanı ve cumhurbaşkanı kurduğu cümlelerde görüyoruz. Anayasa Mahkemesine bile ayar çekmeye çalışan bir iktidar var karşımızda. O nedenle hukuki süreç açısından da baktığımızda gerçekten toplumun vicdanını rahatlatacak bir hukuki sürecin işlemediğini görmemiz gerekiyor. En son Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin almış olduğu bir karar, normalde tutuklu bulunmaması gerekir Selahattin Demirtaş’la ilgili. Karar günü tekrardan mahkeme görüldü ve kabul edilmedi. Yine AHİM’de bir sürü ceza bekliyor bu emekçilerin ceplerinden çıkmış olacak.

Yüz binlerce kamu emekçisinin de yarın bir gün AHİM’e  başvurmaları ve oradan çok net bir şekilde herhangi bir haklarında dava açılmadan, ihraç ettikleri süreci hukuksuzluğu beraberinde barındırıyor. Onlarda yarın AHiM’e gelecekler, onlara ödenecek ceza da emekçilerin ceplerinden çıkmış olacak. Maalesef egemenler kendi hatalarının bedelini ödemiyor. Yine biz emekçiler öğretiyorlar ödetiyorlar.

“Kendi Topraklarımızdan Fışkıran Direniş Sembollerini Açığa Çıkartırız”

Asgari ücretin belirlenmesi noktasındaki işçilerin  görüşmeleri devam ediyor. Türk İş Başkanı Ergün Atalay’ın sarı yeleklilerden toplantı esnasında bahsetmesi tartışma yarattı. Erkan Tan da Takvim gazetesindeki köşesinde: “Eğer sarı yelekliler Türkiye’de girmeye çalışırsa onu sarı eteğe çeviririz” şeklinde bir yazısı yayınlandı. Gün aşırı siyasilerden  özellilkle şiddet ve cezalandırma üzerine açıklamalar geliyor, Gezi ile bağdaştırma söz konusu. Baktığımızda Fransa’da sarı yeleklilerin bir dizi talepleriyle bölge mitinglerinde kamu emekçilerinin  talepleri örtüşüyor. Bu tür söylemleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şimdi öncelikle bilinmesi gerekir ki bizim taleplerimiz çok net. Ekonomik bir kriz var, krizle karşı karşıyayız.  Bu krizin faturası biz emekçilere kesiliyor. Bir Fabrikalar kapatılıyor, arkadaşlarımız, insanlar kapı dışarı ediliyor. Açlıkla yüz yüzeler şu kışta kıyamette. İkincisi güvencesiz çalışma başını almış gidiyor. Esnek, kuralsız çalışma biçimi kamuda da yaygın hale geldi bırakalım özel sektörü. Kuralsız güvencesiz çalıştırmaya karşıyız. Sonuç itibariyle bunu ortadan kalkmasını istiyoruz. Emeğimizin karşılığını almak istiyoruz. Devletin kurumlarının yapmış olduğu açıklamalarda bile yoksulluk sınırının altında ücret verilmesi  toplumun bir bütün olarak açlığa mahkum edilmesi anlamına geliyor. Bunun ortadan kalkmasını istiyoruz. Yine buna benzer emekçilerin talepleri söz konusu. İyi barınmaya ihtiyacı var. Beslenmeye ihtiyacı var. Demokratik bir ortam istiyoruz, hukuk devleti istiyoruz. Çocuklarımızı okullara gönderdiğimizde cemaatlerin ellerine teslim etmek istemiyoruz gibi taleplerimiz söz konusu. Şimdi bu taleplerimizi elde etmek için eğer görüşme yolları açık ve siyasi iktidar bu kanalları açıp görüşmelerimizi bir şekilde ortaklaştırabiliyorsak ve sorunlarımızı sonuçlandırabiliyorsak amenna. Ama şimdi görüşme yollarının kapalı oldu bir yerde, yani size konuşma hakkının olmadığı, talebinize yönelik adımların atılmadığı bir yerde doğallığında biz sesimi kamuoyuna nasıl duyuracağız? Sokağa çıkarak duyuracağız. Tepkimizi sokakta ifade edeceğiz. Sokakta yapmış olduğumuz gösterilerin, bundan sonra da yapacağımız gösterilerin hepsi barışçıl gösterilerdir. Demokratik bir tutum alıştır. Demokrasinin gereğini yerine getiriyoruz.

“İstedikleri Kadar Tehdit Savursunlar: Açız”

Hatırlayın sarı yelekliler tartışmasını, yani Fransa’da yürütülen tartışmada yine cumhurbaşkanının bir konuşması vardı. Şimdi ikide bir cumhurbaşkanına atıfta bulunuyorum. Çünkü önemli, bu ülkenin tek adamı. Kalktı dedi ki;  “demokratik taleplerini dile getiriyorlar. Ey Fransa sen bu insanlara böyle eziyet edemezsin. Otur onlarla masaya, taleplerini dinle”. Şimdi bizim ülkemizde de taleplerimizi dinlerlerse hay hay. Taleplerimizi yerine getirmeye yönelik adımlar atarlarsa hay hay. Kim ister sokağa çıkalım, şunu yapalım bunu yapalım. Ama bu taleplerimizi yerine getirilmezse biz başka bir ülkedeki hareketi kendimize örnek edinmeyiz. Kendi topraklarımızdan fışkıran direniş sembollerini açığa çıkartırız. Onların gereğini yerine getiririz. O nedenle sokakta olacağız. Bu mitingler bunun bir adımı. Sonuçta biz taleplerimiz duyuruyoruz. Kamuoyu yaratıyoruz.

Onun dışında tabi sokaktan korkuyor iktidar. Sadece bizim ülkemizde değil dünyanın dört bir yerinde egemenler sokağa çıkmaktan korkuyorlar. Emekçilerin sokaktaki birleşik mücadelesi uykularını kaçırıyor. Geziden sonra da AKP iktidarının uykusunu kaçırdı. Kaçırmaya da hala devam ediyor. Her an bir sokakta isyan dalgası iktidarlarını yerle bir edecek korkusuyla yaşıyorlar. O yüzden son günlerde Gezi davalarının bu kadar tekrar ele alınması, Gezi soruşturmaların açılma gerekçesi odur. Oradaki patlak veren isyanın bizim topraklara da yayılmasından korkuyorlar. O nedenle önünü kesmeye çalışıyorlar.

Her gün evlere yapılan operasyonlar, gözaltılar ve benzeri uygulamalar o korkunun sonucunda açığa çıkıyor. İstedikleri kadar tehdit savursunlar: açız. Antidemokratik uygulamalarla karşı karşıyayız, çok fazla çalışıyoruz. Bütün bunların ortadan kalkması için biz haklı meşhur taleplerimiz ile iktidarla masaya oturacağız o  masada çözeceğiz. O masaya davet edilmiyorsak, o masada çözemiyorsak sokakta çözeceğiz. İktidarı da sokağa davet edeceğiz. Bizim tehditlere karnımız tok, emekçilerin tehditlere karnı tok. Biz taleplerimizi elde etmek için mücadele edeceğiz. Bu mücadelemize tabii ki Fransa da örnek başka ülkeler de eylem ve etkinlikler de örnektir. Ama bizim ülkemizde yeşeriyor zaten: Flormar işçilerinden, Havalimanı işçilerine kadar birçok alanda işçilerin direnişleri  yükseliyor. Bizim o direnişlerden aldığımız güç ve destek bu taleplerimizi elde etmeye dönük hamleler ile devam edecek ve elde edeceğimizi düşünüyoruz.