Dünyayı Isıtmak Ya da Dünyanın Ekmeğini Yemek: Hâlâ Ateşi Bulduğumuz Aşamadayız

İklim değişikliğini konuşurken dünyanın “ilerleme/gelişme” tutkusuna değinmeden geçemiyorsunuz, zira büyüme tutkusuna bağlı olarak gittikçe büyüyen bir enerji ihtiyacı masalı, bizleri bugüne taşıdı. Lakin “ilerleme’nin” başlık edildiği yerde hâlâ atalardan miras kalan “yakma” formülünü kullanıyor oluşumuzu Gündüzyeli “Ateşin ekmeğini yiyormuşuz gibi geliyor” diyerek değerlendiriyor.

İklim değişmeye başladığı zaman bunu ilk olarak tarım, hayvancılık gibi işlerle uğraşanlar farketti, zira toprak ve koşulları da değişiyordu. Son olarak ise büyük şehirlerde yaşayanlar gördü.

Hakkımızı yemeyelim, KONDA ve İklim Haber işbirliği ile yapılan ve Haziran’da yayınlanan araştırmaya göre Türkiye’de her 10 kişiden 8’i bugün iklim değişikliğinden haberdar fakat ellerinden tam olarak gelebilecek şeyleri bilmiyorlar.

Konu seller, orman yangınları, her sene daha soğuk geçen kışlar ya da daha nemli yazlar olunca insanın elinden bir şey gelmaz gibi gözükse de, 8 Eylül yaklaşırken belki de bir yerden başlamak fena olmayabilir. Eylül ayı içinde söndürülme ihtimali ‘belki’ olarak değerlendirilen orman yangınlarıyla mücadele eden Kaliforniya’da, Vali’nin çağrısıyla 12-14 Eylül tarihleri arasında Küresel İklim Eylem Zirvesi düzenlenecek, 350.org ise bunu fırsat bilip 8 Eylül’de dünyayı bulunduğu yerden “ses çıkarmaya” davet ediyor.

Çözümü politikalarda aramak ya da iklim krizinin halktan uzak, masabaşında çözülebilecek bir yanı varmış gibi hissettirildiği bu çağda, çözüm sorumluluk almak. Avrupa İklim Ağı (CAN Europe) Türkiye İklim ve Enerji Politikaları Koordinatörü Elif Gündüzyeli ile ‘geçen yıldan da sıcak bir yaz geçirdikten sonra, sonbahar yaklaşırken iklim değişikliğini konuşuyoruz.

İklim değişikliğini konuşurken dünyanın “ilerleme/gelişme” tutkusuna değinmeden geçemiyorsunuz, zira büyüme tutkusuna bağlı olarak gittikçe büyüyen bir enerji ihtiyacı masalı, bizleri bugüne taşıdı. Lakin “ilerleme’nin” başlık edildiği yerde hâlâ atalardan miras kalan “yakma” formülünü kullanıyor oluşumuzu Gündüzyeli “Ateşin ekmeğini yiyormuşuz gibi geliyor” diyerek değerlendiriyor. Türkiye’nin hala bir iklim değişikliği politikasının olmaması endişe verici. Yine gündüzyeli, önemli bir aşamaya dikkat çekiyor; “Bakalım yerel seçimler öncesinde konuyu gerçek veriyle gündeme getirecek adaylar çıkacak mı?”

İklim değişikliği sarmalında dünya gezegeni içinden, iklim değişikliğini konuştuk.

Elif Gündüzyeli

Baştan başlayalım, Avrupa İklim Ağı  nasıl çalışır? Türkiye’de neler yapar?

Avrupa İklim Ağı (CAN Europe), geri dönüşü olmayan iklim değişikliğinin önüne geçebilmek için çalışan bir sivil toplum ağı. AB üyesi ülkeler, Türkiye ve Balkanlar’ı da kapsayan toplam 35 ülkeden, 150’den fazla sivil toplum kuruluşu üyesi var bu ağın ve bu üyeleri ile birlikte yaklaşık 40 milyon yurttaşı temsil ediyor. Türkiye’de de halihazırda dört üyesi var: TEMA, WWF, Doğa Koruma Merkezi, KADOS. CAN Europe esasen bir ağ, sekreteryasında çalışan bizler ise üye ve partner sivil toplum kuruluşları, topluluklar, dernekler, bazen meslek odalarının talep, ihtiyaç ve yönlendirmeleriyle Türkiye’deki iklim değişikliğini önleme, düşük karbonlu ekonomiye geçiş ve fosil yakıt kaynaklarıyla mücadeleye Avrupa ekseninde ve küresel anlamda destek olmaya çalışıyoruz. Destek derken bazı teknik konularda uzmanlık ve bilgi birikimi ile talep edildiğinde kapasite aktarımı, yereldeki mücadeleleri küresel anlamda görünür kılma, kampanyalara stratejik katkı sunma, iklim ve enerji politikalarını ilerici bir yönde geliştirmek için stratejiler belirleme, uluslararası iklim müzakerelerinde teknik konularda ihtiyaçlar varsa onları giderme gibi faaliyetlerden bahsedebiliriz.

TRUMP’IN DERDİ ÖNLEM ALMAYIP KENDİ SERMAYESİNİ VE ÇIKAR GRUPLARINI KORUMAK

İklim değişikliği meselesi dünyada Trump etkisiyle de “var mı yok mu” diye tartışılırken, Türkiye’de hükümet nezdinde neredeyse konuşulmuyor bile. Gerçekten öyle mi? Yoksa Türkiye’de konu “eylemlilikten” ziyade “politika” bazında masa başında mı konuşuluyor? Nasıl değerlendirirsin?

Esasen iklim değişikliğinin olup olmadığını Trump dışında tartışan yok dünyada. Hatta Amerika’daki Cumhuriyetçi eyalet başkanlarının bile hatrı sayılır kısmı insan kaynaklı iklim değişikliğinin olduğunu ve önlem alınması gerektiğini savunuyor zira son yıllarda iklim değişikliği yalnızca yoksul coğrafyaları etkilemiyor, Florida gibi zengin, Cumhuriyetçi damarın ağırlıklı olduğu yerleri de vuruyor. Trump’ın derdinin ise iklim değişikliğinin varlığını tartışmaktan ziyade kendi sermaye çevrelerini etkileyecek karbon azaltım önlemleri ile iklim kırılganlığı yüksek yoksul ülkelere iklim finansmanı konularının kendi çıkarlarına -ve ilgili çıkar gruplarına verdiği sözlere- ters düşmesi. Türkiye’de ise hükümet nezdinde çok az konuşulduğunu söylemek yalan olmaz. Ne eylemlilik, ne de politika yapma anlamında. Eğer mesele yalnızca diplomatik bir konu olarak bile ele alınmış olsaydı, en azından Paris İklim Anlaşması’nı onaylardı Türkiye. İklim dairesi Çevre ve Şehircilik Bakanlığı altında, yalnızca diplomatik müzakerelerle ilgilenen bir birim olmaz, gerek Çevre, gerek Şehircilik (evet, ayrı ayrı), gerekse diğer bakanlıklardan temsilcilerin olduğu bir iklim değişikliği komisyonu ya da benzer bir koordinasyon kurulu kurulurdu. Ancak maalesef durum bundan çok uzak. Mevzunun politika bazında görmezden gelinmesini böyle özetlemiş olayım.

Eylemliliğe gelecek olursak, hükümet seviyesinde bir plan, program, şeffaf olarak paylaşılan güncel veri, konuyla ilgilenen bir merci, komisyon, kurul olmayınca tabii politika yapıcılar nezdinde eyleme geçmek de pek mümkün olmuyor. Etkili, ulusal iklim eylemi için öncelikle ilerici, iddialı, gerçekçi bir takım kısa, orta ve uzun vadeli hedefler koymak, sonra altını iklim politikalarıyla doldurup kapasite yaratmak gerekir. Bu olmayınca yalnızca birkaç hevesli siyasi aktörün kendi inisiyatiflerine kalıyor eylemsellik; bu da ulusal bir iklim eylemine dönüşemiyor.

YEREL SEÇİMLER GELİRKEN, YEREL TANSİYON

İklim değişikliğinin görünen etkilerini özellikle son 5 yıldır aşırı iklim olaylarıyla yaşasak bile aslında çiftçi, köylerde yaşayanlar bu değişimi ilk elden gözleyenlerdi. Ama Türkiye’de iklim değişikliği “yüksek” bir tartışma imajından kurtulamadı. Konu yerel örgütlenmelere, parti programlarına sirayet edemedi. Bu konuda sen sahadan biri de olarak (Hatta başka türlü konuşulması için en çok çabalayanlardan, Medyaskop’ta iklim konulu ‘komikli’ programlar bile icra etmiş biri olarak)  ne düşünüyorsun, gözlemlerin neler?

🙂 #Esmiyor ile gençleri aktive etmeyi istemiştik, komikli program çıktı ortaya. İklim değişikliği etilerini kırsalda tarımla, hayvancılıkla yani iklimdeki değişikliklerden doğrudan etkilenen kişiler, dediğin gibi, zaten gözlemliyordu. İsmini iklim değişikliği koymuyordu belki, ama Güney Batı Anadolu’da erken yağan ve hiç durmayan yağmur fırtınasının üzümü dalında nasıl çürüttüğünü anlatıyorlardı. Artık kırsalda yaşayanlar bunun adını koyabiliyor, iklim değişikliğinden diyor. Trump, Paris Anlaşması’ndan çıkma fikrini anons ettiğinde beni Yatağan’ın Turgut Köyü’nden aile çiftçiliğiyle uğraşan bir ablamız aradı telefonla, bu iklim değişikliği konusu ne olacak şimdi diye 🙂 Yani esasen her ne kadar iklim değişikliği konusu Türkiye’de -ve aslında dünyada da- yüksek, sofistike, bilimsel, diplomatik bir tartışma gibi görünse de ulusal ve uluslararası seviyede çalışan sivil toplum kuruluşu temsilcileri alandaki mücadeleye destek vermek için kırsalla iletişim kurdukça, yereldeki fosil yakıt karşıtı mücadelenin iklim değişikliği ile ilintilenmesini sağlıyor. Karşılıklı kapasite, bilgi aktarımı gibi düşünebiliriz. İklim değişikliğine katkısı yüzünden fosil yakıtlarla mücadele eden birisinin, sağlığını ve geçimini doğrudan, kötü olarak etkileyen kömürle mücadele eden birisiyle karşı karşıya gelip bilgi paylaşması gibi. Ben çok öğretici olduğunu düşünüyorum.

Mevzunun kentliye sirayet etmesi biraz vakit aldı, evet. Yani geçtiğimiz yıl İstanbul’da olan dolu fırtınası, Ankara’da iki yıldır her yaz neredeyse ayda bir kere olan yağmur fırtınası ile sellenmeler, Karadeniz’in kırsalında bir zamandır olan taşkınların artık kentleri de etkilemesi üzerine kentlerde iklim değişikliği yeni yeni konuşulmaya başlandı. Ancak buna rağmen parti programlarında göremiyoruz. Oysa Türkiye’de bu konuda ciddi çalışmalar yapan, ciddi bilgi birikimine sahip STKlar, araştırmacılar, akademisyenler var. Yani siyasi partiler programlarında konuyu gündeme getirmek istese, siyasi duruşlarından bağımsız olarak desteği bulmakta zorluk yaşamazlar. Bakalım yerel seçimler öncesinde konuyu gerçek veriyle gündeme getirecek adaylar çıkacak mı?

SEFERBERLİK AMA NASIL?

14 Ağustos tarihli BirGün Gazetesi’nde yayınlanan yazında, “Yurttaşların; yaşam hakkı talebiyle iklim krizinin gerçek sorumlularına işaret etmesi, onları inisiyatif almaya ve hatta seferberliğe çağırması elzemdir.” diyorsun. Bu seferberliğin kurulması için öncelikle iklim değişikliğini farketmiş olmak gerekmez mi? İnsanlar iklim değişikliği ile mücadele için, nasıl örgütlenmeli? Ya da örgütlenmeli mi? Ya da, bu konuda mücadele eden örgütlere mi destek vermeli? Aklında nasıl bir yöntem var, merak ediyorum.

Dediğim gibi, iklim değişikliği fark edilmeyen veya varlığından şüphe duyulan bir olgu değil Türkiye’de. Haziran ayında açıklanan bir kamuoyu algı araştırmasının sonuçlarına göre katılımcıların yaklaşık yüzde 90’ı küresel ısınmanın yaşandığını söylüyor. Bu, diğer ülkelere kıyasla, mesela AB üyesi Polonya gibi ülkelere göre, epey yüksek bir rakam. Yani halk durumun gayet iyi farkında. Ancak aynı ankette toplumun dörtte birinin iklim konusunda gerekli önlemlerin alınacağına hiçbir ihtimal vermediği de ortaya çıkmış. Neredeyse her iki kişiden biri, bu konuda ülkelerin harekete geçece­ğine, gereğini yapacağına inanmı­yormuş.

Bunun altında yatan nedenin, “esas sorumlular” dediğimiz aktörlerin harekete geçmesine inanmamaktan ötürü böyle bir talebin tabandan, yani yurttaştan başlayarak yukarı yükselmemesi olarak düşünüyorum. “Şimdiye kadar hangi derdimiz çözüldü ki bu çözülsün” tadında bir yılgınlık veya hatta iklim değişikliğini hala bir çevre olayı olarak algılayarak bu çizgide konuya muhattap bulamama ve aslında yalnızca bireyleri değil tüm müşterekleri de riske atan bu konuyu sahipsiz, sorumlusuz bırakma hali.

Oysa sorumlulular derken yalnızca hükümette ve devlet organlarındaki aktörleri, büyük fosil yakıt şirketlerinin CEOlarını kast etmiyoruz ki. Bu seferberliğin kurulması için talep tabandan, yurttaşın kendisinden gelecekse, ilk muhattabı da yerelde karar alma mekanizmalarına katılabilecek kişiler, kurumlar olmalı diye düşünüyorum. Kent konseyleri, belediyeler, muhtarlar, üniversiteler, STKların ve meslek odalarının yerel temsilcileri, siyasi parti temsilcileri, yani kısacası karar alma mekanizmasını bir tarafından etkileyebilecek aktörlere, yurttaşların bir araya gelip bir takım taleplerle gitmesi gerekiyor iklim değişikliğiyle mücadele için somut adımların atılması için.

Bir önceki soruyla bağlarsak, mesela kentli daha çok altyapı sorunlarından ve çarpık kentleşmeden bahsediyor iklim felaketleri olduğunda. Oysa konunun bahsedilecek, gündeme getirilecek pek çok açısı daha var, ayrıca sorun tespitini takiben somut talepler de olmalı. Bu anlamda “yüksek” bir seviyede kalan ve hakkaten de pek çok anlamda bilimsel veriye dayanan iklim değişikliğinin “halka indirilmesi” konusunda gazetecilerin, medya mensuplarının da ciddi bir rolü olduğunu düşünüyorum. Yani konuyu yalnızca büyük bir kentteki beklenmedik bir iklim felaketi zamanı gündeme, yalnızca o felaket özelinde getirmek yerine konunun pek çok farklı açısını, başka zamanlarda da gündeme getirerek, mesela betonlaşmayla iklim değişikliği etkilerinin şehirlerde yaşayanlarda nasıl hissedildiğinin bilinmesini sağlayabilirler.

İKLİMİ DEĞİŞTİRMEK

Haziran 1976

Şimdi konuyu biraz basitleştirelim, nedir iklim değişikliği?

Valla aslında bu sorunun cevabı çok da basit değil çünkü yalnızca iklim değişikliği nedir denince hem bilimsel anlamda, hem de toplumsal anlamda ne demek olduğunu açıklamak gerekir. Bu yüzden burada Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün uzunca açıklamasını alıntılamak, kaynak göstermek isterim: “Günümüzde sözü edilen küresel iklim değişikliği, fosil yakıtların yakılması, arazi kullanımı değişiklikleri, ormansızlaştırma ve sanayi süreçleri gibi insan etkinlikleriyle atmosfere salınan sera gazı birikimlerindeki hızlı artışın doğal sera etkisini kuvvetlendirmesi sonucunda Yerkürenin ortalama yüzey sıcaklıklarındaki artışı ve iklimde oluşan değişiklikleri ifade etmektedir.” https://www.mgm.gov.tr/iklim/iklim-degisikligi.aspx

İNSANLIĞIN DOĞAL DÖNGÜSÜ: DOĞAL DÖNGÜYÜ KIRMAK

Dünya neden ve nasıl ısınır? Bu ısınma neden dünyanın kendi döngüsü dışında bir şey olarak değerlendiriliyor?

Çünkü insan etkisinin ekosistem üzerinde arttığı sanayileşme sonrası dönemde, dünyanın kendi döngüsü içindeki ısınmadan çok daha hızlı bir ısınma yaşanmaya başladı Sanayileşme sonrası dönem dediğimiz 1900lü yıllardan itibaren, dünyanın bu yavaş döngüsünün, imparatorlukların ve sonrasında ulus-devletlerin birbiriyle rekabet içinde daha hızlı gelişme, dünyanın uzak yerlerine gidip oralardaki doğal kaynaklara ulaşma ve bunları sonuna kadar kullanma amacına hizmet etmediği net bir şekilde ortaya çıktı. Yani o zaman kadar ekosistemin bir parçası olan ve bu doğal döngü içinde bir yere sahip olmaya çalışan, ömrü biraz daha kısa, gidebildiği yerler biraz daha yakın, doğal kaynaklara erişimi ve bunlarla ne yapacağına dair bilgisi kısıtlı olan insan, bu dönemde “yenicem seni doğal döngü” tadında bir çıkış yapmak suretiyle ekosistem dengelerini umursamaksızın salt kendi faaliyetlerini merkeze alarak hızlı bir “ilerleme” kaydetti. Bu ilerlemenin merkezinde hep yakma ile ilintili eylemler vardı çünkü enerji olmadan tren de ilerlemezdi, demir-çelik de işlenemezdi, ısınma-soğuma da sağlanamazdı. Böylece insan, bildiği yerden ilerledi: madem ateşi bulunca uygar oluyorduk o zaman onu kullanalım ve yakınca enerji açığa çıkaran doğal kaynakları çıkaralım, yakalımdı.

İşin garip kısmı, 1900lü yıllardan da önce, rönesans döneminde başlayan bu yakarak çıkan enerjiyle “gelişme” kafası, hala genel geçerliğini koruyor. Artık doğal döngünün tamamen dışında bir örüntüde olduğumuz konusunda neredeyse tüm bilim insanları hemfikirken bizler inatla iklimin bu hızla değişmesinin insana tüm etkilerini bilgi ve belgelerle açıklayabiliyoruz. Yine de yakmak, illa da yakmak. Hani böyle düşününce insanlığın “ilerleme”sinin hala atalarımızın bulduğu ateşin ekmeğini yediğini düşünmemek elde değil 🙂 Oysa son 400 yılda bilim ve teknoloji alanlarında, düşük karbonlu yaşama biçimlerine geçebilmek için gerekli altyapıyı sağlayacak ciddi adımlar da atıldı. Bu noktada sermayenin hangi tarafa aktığına özellikle bakmak lazım.

8 EYLÜL’DE SES DUYURMAK MÜMKÜN MÜ?

8 Eylül’deki eylem ya da buluşma nasıl bir buluşma olacak? Baştan niyet okumayalım ama özellikle tam da Taksim’in kamusal protestolara kapalı olduğu ilginç bir dönem içindeyken.

Öncelikle neden 8 Eylül’de iklim için ses verme çağrısı yapıldığını hatırlayalım. 12-14 Eylül tarihleri arasında, Kaliforniya valisinin çağrısıyla bir Küresel İklim Eylem Zirvesi düzenleniyor. Bunun başlıca nedeni, Trump’ın tam bir iklim katili duruşuna karşın iklim liderliğini salt siyasi karar alıcıların idaresine bırakmayarak devlet dışı aktörlerin de harekete geçtiğini göstermek, geçmeyenleri de somut eyleme çağırmak. Bu anlamda bu diplomatik zirvenin Kaliforniya Valisi’nin ev sahipliğinde olması temsili anlamda önemli; devlet-dışı aktörlerin iklim eylemlerini küresel iklim gündeminde meşru bir zemine oturtuyor. Bu zirveye dünyanın her yerinden politika yapıcılar ile yerel otoriteler, akademisyenler, şirketler, sivil toplum kuruluşları, meslek odaları ve sendikalar gibi etkin devlet dışı aktörlerin katılması, sonucunda ise yıl sonunda Polonya’da gerçekleşecek BM iklim zirvesi öncesinde ilerici adımların, oraya götürülmek üzere güçlü mesajların ortaya konması bekleniyor.

350.org‘un küresel çağrısıyla Küresel İklim Eylem Zirvesi’nden bir hafta önce 8 Eylül’de küresel bir eylem günü düzenleniyor. Bunun amacı ise Kaliforniya’daki toplaşmanın diplomatik, siyasi bir mesajlamadan öteye geçip gerçek, somut iklim eyleminin ortaya konmasını sağlamak için dünyanın her yerinde tabandan yükselen talepleri gündeme getirmek. Çağrının kendisi, herkesi kendi yerelinde iklim için ses vermeye çağırıyor. Yani toplumsal alanların toplanmaya kapalı olması bu anlamda eylemliliğin önünde bir engel teşkil etmiyor; sesini etkin ve yaratıcı bir biçimde yükseltmek isteyen herkesin -sade yurttaş, meslek örgütleri, yerel yönetimler, bir grup kaygılı arkadaş, iklim değişikliğinin sillesini yiyen çiftçiler, vs.- bulunduğu yerde, o yere en uygun ve etkili yöntem neyse o şekilde sesini yükseltmesi isteniyor. Bu bir şenlik de olabilir, bir videolama, panel, sembolik eylem, etkili bir görsel, sokak sanatı, yani yaratıcı ve ses çıkarabilecek her türlü etkinlik olabilir.

Benim şahsi görüşüm, Taksim’in ve diğer toplumsal eylemlilik alanlarına erişimin artık epey bir zamandır kısıtlandığı noktada, zorla bir tek merkezde birkaç bin kişiyi toplamaya çalışmak için emek harcamaktansa insanların aynı anda ama kendi yerelinde çoğalarak ses çıkarması çok daha etkili. Ancak iklim değişikliği gibi kentin, ülkenin, dünyanın her yerindeki insanları ve ekolojiyi etkileyen bir mevzuyu gündeme getirmek için tüm bu alanları sembolik yapmak, görünür kılmak önemli olduğu için merkezi eylemlilik yerine eş zamanlı ama dağıtık eylemlilikleri daha değerli buluyorum.

Biraz da ütopya konuşursak, iklim değişikliği ile mücadelede halkların ve devletlerin aynı konumda mücadele etmesi iklim değişikliğini durdurur mu? Ve tabii burada böyle bir birliktelik sistemin dönüşmesine de mi yol açardı? İklim belki, tam da bu yüzden kritik bir konu diye de düşünüyorum ben.

Halkların ve devletlerin omuz omuza iklim değişikliğiyle mücadele ettiği ülkeler var aslında: orta vadede hayatları deniz seviyesi yükselmesine ve ilgili felaketlere bağlı olan, iklim kırılganlığı yüksek, gelişmekte olan ülkeler. Mesela Fiji. Mesela bazı Afrika ülkeleri. Bu ülkelerin tarihsel sera gazı emisyonu sorumluluğu yok denecek kadar az olmasına karşın silleyi ilk yiyenler de onlar. Bu yüzden halklar ile karar alıcılar aynı talepler doğrultusunda hareket edebiliyorlar çünkü sorun onlar için daha büyük, daha erken tezahür eden ve hayat memat meselesi ölçeğinde.

Ancak maalesef burada sistemin değişmesinden bahsedemiyoruz çünkü bu ülkelerin neredeyse hepsinin yoksul olma nedeni zaten bir dönem Batılı ülke kolonisi olmalarından ileri geliyor. Yani maalesef minik, yoksul ülkeler, kolonileşme döneminde gelişmiş, sanayileşmiş, hani o bir noktada “yenicem seni doğal döngü” diyen Batılı ülkelerin maddi katkısına, iklim değişikliğine adaptasyon, kayıp ve zararların tazmin edilmesi ve yine gelişmiş ülkelerin fosil yakıt yatırımları yüzünden bu kaynaklara bağımlı kılınmış bazı ülkeler için düşük karbonlu enerji kaynaklarına geçiş için ihtiyacı var. Bunu bir muhtaçlık olarak düşünmemek lazım yalnız, daha çok meşru bir talep. O kadar meşru ki, az bile diyebiliriz. Yüzlerce yıllık kolonileşmenin bedelini tam olarak ödetmese de en azından sanayileşmiş ülkelerin tarihsel sorumluluklarının bedelini bir nebze ödetmek, yaşama haklarına erişebilmek için yükseltilen meşru bir talep olarak düşünmeliyiz.

Bunun bir benzerini esasen daha mikro ölçekte, bir ülke içinde enerjiyi tüketenler ile iklim değişikliğinin kayıp ve zararlarına karşı daha kırılgan olan kesimler için de düşünebiliriz. Yani kırsalda üretilen kirli kömür enerjisini o kırsalın yereli tüketmiyor, kentlerdeki enerji-yoğun sektörler, başta da AVMler ve kentleşmeyi beslemeye yönelik çimento, demir, çelik sanayi tüketiyor. Ancak zamansız don, kuraklık, taşkınlar, fırtınalar ilk başta tarım ürünlerini ve geçimini bu ürünlerden sağlayan yerel çiftçiyi ve toplumun en kırılgan kesimlerini etkiliyor. Bu anlamda gelişmemiş ülkelerinkine benzer meşru bir talep bu kesimlerden de gelirse ve bu taleplerin karşılanması için yeterince güçlü bir söz birliği oluşturulabilirse bir noktada sistemin değişmesi mümkün elbette. Ben çok da karamsar değilim.