Perdede Temsil Ve Görünürlük Tartışmaları Üzerine: Scarlett Johansson Ve Rub & Tug

Son zamanlarda özellikle sinemada LGBTQ görünürlüğü üzerine Scarlett Johansson’ın yönetmenliğini Rupert Sanders’ın üstlendiği biyografik film Rub & Tug’daki transgender karakter Dante ‘Tex’ Gill rolünü önce kabul etmesi ve ardından gelen tepkilerden kaynaklı olarak rolden vazgeçmesi üzerine geniş tartışmalar doğdu.

Marvel’ın Avengers’ı ile ününe ün katan ve Hollywood’un parlayan yıldızı haline gelen cisgender kadın aktrist Scarlett Johansson’ın 1970-80’lerin ün salmış güçlü gangsteri transgender Dante ‘Tex’ Gill’in biyografisi temel alınarak çekilmesi planlanan Rub & Tug’da rol alma kararı neden televizyon ve sinema dünyasının özellikle transgender oyuncuları tarafından büyük tepkiler almıştı? Johansson’ın ilk gelen tepkilere yaptığı açıklamalarda Dallas Buyers Club’daki transgender bir karakteri canlandırması ile Oscar kazanan cisgender Jared Leto, Transparent’taki transgender bir başka rol ile 2015’te Golden Globe kazanmış olan ve daha sonra taciz ve istismar suçlamaları ile dizi kadrosundan çıkarılan cisgender Jeffrey Tambor ve yine 2005’te Transamerica’daki transgender bir karakteri canlandırması ile bir Golden Globe kazanıp Oscar adaylığı elde eden Felicity Huffmann’ı örnek göstermesinin ardından filmden komple çekilme kararı almasının sebebi neydi? Filmden çekilme kararı yine kamuoyunda ve oyuncular arasında nasıl tepkiler toplamış ve nasıl tartışmalar çıkarmıştı? Tüm bu tartışmaların ana konusu olan Rub & Tug’ın başrol oyuncusunu kaybetmesi ile akıbeti nasıl değişmişti? Peki çıkan tartışmalar gerçekten bir farkındalık yaratabilmiş miydi? Amerika’nın televizyon ve sinema dünyasında LGBTQ görünürlüğüne dair 20 yılı aşkın süredir farkındalık yaratma amacıyla raporlamaları yürüten sivil toplum örgütü GLAAD tam da bu noktada temsil hakkında nasıl ipuçları veriyordu?

Her gün konu hakkında yeni bir haber çıkıyor ve takip ettikçe temsil problemleri etrafında şekillenen tartışmalar daha da zenginleşerek büyüyor. Hepimizin senelerdir tanık olduğu cisgender oyuncuların transgender rollerinde yer alarak ünlerine ve başarılarına büyük katkılar ekledikleri filmleri oyuncuları ile birlikte hatırlayarak başlayalım ve sonra ardından şu soruyu soralım: Transgender oyuncuların “kendilerinden çok farklı bir karakterleri canlandırarak” ünlerine ve başarılarına büyük katkılar sağladıkları filmler nerede? Üç oyuncuyu ve filmi Johansson benim yerime söylemiş, ben de hafızaları esnetmek için birkaç örnek daha ekleyeyim; fakat biliyoruz ki bu öyle saymakla bitecek bir şey değil. Boys Don’t Cry’daki rolüyle 2000’de En İyi Kadın Oyuncu Oscarı’nı alan Hilary Swank; The Danish Girl’deki rolüyle 2016’da En İyi Erkek Oyuncu Oscarı için aday olan Eddie Redmayne (yine de Oscar kazanan bir film oldu, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Oscarı Alicia Vikander’ın olmuştu); Breakfast On Pluto’daki rolüyle 2006’da En İyi Erkek Oyuncu olarak Golden Globe’a aday gösterilen Cillian Murphy; Albert Nobbs’taki rolüyle 2012’de En İyi Kadın Oyuncu Oscarı’na ve Golden Globa’a aday olan Glenn Close; Milk’teki rolüyle En İyi Erkek Oyuncu Oscarı kazanan ve aynı rolüyle bir Golden Globe adaylığı bulunan Sean Penn; Zoolander 2’deki rolüyle Benedict Cumberbatch; The Amazing Spider-Man 2’deki rolüyle Andrew Garfield; 3 Generations’taki rolüyle Elle Fanning… Oyunculuğun gücüne her birimiz inanıyor olsak da istatistikler üzerinden konuşulduğunda çarkların ardında oturanların sanata bakışının hiç de saf sanat odaklı olmadığı, özellikle #MeToo kampanyasından sonra daha da iyi su yüzüne çıktı. Oynadıkları transgender karakterlerin gücüyle aldıkları “en iyi erkek” ve “en iyi kadın” başlıkları altında verilen ödüller bile ikilileştirilerek bölünen günümüz dünyasının bir başka sorunu. Tüm bu örneklerin yanı sıra bir cisgender karakteri oynamayı bırakın, transgender karakterleri oynama şanslarının bile (yukarıdaki örnekler takip edilerek anlaşılabilir) pek mümkün olmadığı ana akım sinema ve televizyon dünyasında, elbette Scarlett Johansson’ın rolü kabulü üzerine birçok tartışma çıktı.

Scarlett Johansson, oyunculuk yeteneklerini gösterebileceği “kendisinden çok farklı” bir karakteri, doğal olarak işini ne kadar iyi yaptığını gösterebilmek için kabul etmişti (ki filmin Akademi Ödülleri’nde kendisine Oscar kazandırma olasılığı çok yüksekti). Neden “kendisinden çok farklı”ydı? O halde biraz Dante ‘Tex’ Gill’i tanıyalım.

Bay Gill (Mr. Gill) (kendisine bu şekilde seslenilmesini istermiş) kendini oldukça zor koşullarda var etmeyi başarmış biri. 1970’lerin Pittsburgh Pennsylvania’sında suç imparatorluğunun kontrolünü ele geçirmeden önce, 1950’lerin sonuna kadar Pittsburgh’da nalbant olarak çalışmış ve çevresi tarafından “erkek olarak yaşayan bir lezbiyen” olarak tanımlanmış. Cynthia Bruno ile ciddi bir ilişkileri olmuş. Masaj salonlarında çalışarak kanser olan annesine yardım etmiş; fakat annesini 1973 yılında kaybetmiş. Bebek mobilyaları satan bir mağazada çalışmış, ardından donmuş yiyecekler satan bir dükkanda çalışırken dükkanın önünde çalışan seks işçilerinin dünyasını tanıma fırsatı bulmuş. Yeraltı dünyasının gey topluluklarının da yardımıyla kurduğu imparatorluk hızlıca büyümüş. Her yıl binlerce dolar elde eden Bay Gill yeniden cinsiyet atama operasyonu için sürece başlamış ve bir yandan da dünyayı dolaşarak en ünlü restaurantlarda yemek yiyip en nadir hayvanları sahiplenmiş. Genelevlerinde çalışmakta olan en favori seks işçilerini nadir taş ve mücevherlerle donatmış. Fakat çalışanlarından biri herhangi bir konuda yalan söylüyorsa da onları yalan makinesi testinden geçirirmiş.

(Dante ‘Tex’ Gill ve Miami’de evlendiği eşi Cnythia Bruno Gill)

The Pittsburgh Post-Gazette’ye röportaj veren Bay Gill’in avukatı Carl Janavitz onun hakkında iş dünyasında çok başarılı bir insan olduğunu söylerken, kişisel hayatında çok farklı bir yaşam tarzı benimsemiş olduğunu da sözlerine ekliyor; “Çok başarılı bir insandı. Çok eğlenceliydi. Çok içerdi. Çok partilerdi. Özellikle de İrlanda edebiyatının şiirlerinden çokça alıntılar yapardı.” Bay Gill’in imparatorluğu büyümeye devam ederken, futbol takımı The Pittsburgh Steelers’a ve hala dünya tarafından takip edilmekte olan Super Bowl şampiyonalarına ciddi maddi yardımlarda bulunmuş. Bay Gill’in kuzeni Barry Paris ondan bahsederken her zaman ona seslenmede sorun yaşadıklarını (İngilizce’nin kişi zamirlerindeki cinsiyetlendirmeden kaynaklı olarak “he” veya “she” zamir ayrımı dilin kullanıcılarında hala süren tartışmalara kaynaklık etmekte), Gill’in her zaman takım elbise giyen ve genelevlerini demir yumruğu ile işleten bir yapısı olmasına rağmen günlük hayatında oldukça nazik ve şiddetten uzak birisi olduğunu vurguluyor. Gill’in suç dünyası ile ilişkisini açıklarken, zaten çürümüş bir dünyada hayatta kalmanın ancak yine içinde yaşadığı toplum gibi bir dünya inşa ederek mümkün olabileceğini söylüyor.

1970’lerin The Pittsburgh Press’i tarafından “Yılın En Tekinsiz Adamı” olarak tanımlanıp listelere alınırken, yine aynı gazete tarafından “Yılın En Tekinsiz Kadını” olarak da etiketlenmiş. İkili cinsiyet sisteminin çarklarını kıran Bay Gill 1978’de polis yine onun işlettiği Spartacus’e baskın yaptığında, polislere pasta fırlatmış. 1984’te vergi kaçakçılığı sebebiyle yine bir başka güçlü gansgter Al Capone’u da yakalayan ABD’nin maliye bakanlığı memuru George E. Q. Johnson tarafından yakalanarak 13 yıl hapis cezasına çarptırılmasından evvel, yıllık geliri minimum 60.000 doları bulmaktaymış. Salonlarda çalışan kadınların kazançlarına göre bu miktar 500.000 dolara kadar çıkabiliyormuş. Dante ‘Tex’ Gill hayatının kalan son 7 yılını hapishanede geçirerek verilen cezayı tamamlayamadan 2003’te 72 yaşında hayatını kaybetmiş. Bay Gill’in avukatı sözlerine şunları da ekliyor: “Sadece dünyaya gülüyordu.”

Perdede buna benzer temsil sorunları yaşandığı vakitlerde, aklıma Shakespeare’in On İkinci Gece’si geliyor. Hatırlarsanız, oyunun konusu bir gemi kazası sonrası ikiz kardeşi Sebastian ile yolları ayrılmak zorunda kalan Viola’nın Cesario rolüne girip kıyafet değiştirmesi ile Dük Orsino’nun emri altında çalışmaya başladığı süreci ve bu süreçte gelişen “komedi” unsurları ile dolu olduğu düşünülen olaylar çevresinde şekillenmekteydi. Tüm bu süreç boyunca ikiz kardeşi Sebastian’ın gemi kazasında ölmüş olduğuna inanan Viola nam-ı diğer Cesario, emrinde çalıştığı süre içerisinde Dük Orsino’ya aşık olur; fakat Dük Viola’yı Cesario sandığı için, yani kısacası performe ettiği kimlikten dolayı, ona giden tüm ihtimalleri bloke eder ve Kontes Olivia’ya aşkını göstermesi için sürekli olarak Viola/Cesario’yu kullanır. Çabalar başarıya ulaşmış olsa gerek ki, yine performe ettiği kimlikten dolayı, Olivia Orsino’ya değil de Viola/Cesario’ya aşık olur. Bu aşk üçgeninin içine bir de kazadan geminin kaptanı Antonio tarafından kurtarılan ikiz kardeş Sebastian karışır. Olivia sırılsıklam aşık olduğu Viola/Cesario’ya birebir benzeyen Sebastian’a evlilik teklif eder ve ikili bir kilisede gizlice evlenirler. Olayların gelişmesi ile bir şekilde Orsino ve Olivia’nın karşısında kalan ikizler hem karakterlerin hem de izleyicilerin aklına türlü sorular taşırlar. Viola/Cesario kimliğini açıklar ve Orsino ile evlenir ve böylece izleyici tehlikeli sulara yüzmekte olan ilişki “karmaşasından” çıkarılarak bir katharsis ile ödüllendirilir ve der ki “gerçek hayatta yoktur”. Hollywood sektörünün de izleyici üzerinde tam olarak aynı katharisisi amaçladığını düşünüyorum. Transgender karakterleri oynayan cisgender oyuncular “en iyi kadın” ve “en iyi erkek” ile ödüllendirilerek alkışlanıyor ve geride kalan her şey bir film yapımının parçası haline getirilerek dönüştürülüyor, heteroseksist dünya derin bir nefes alarak uykusuna devam ediyor. Fakat Orsino sadece aslında kadın olduğu için birdenbire Viola’ya karşı aşk besliyor olamaz, suçluluk hissederek Olivia’ya yönlendirdiği duyguları olması çok muhtemel. Ki sözde aşık olduğu kadın için bile kendisi bir çaba içine girmez, uşağını yollar. Bu noktada aslında performe edilenlerin ötesinde bir insana duyulan aşkın gizli ihtimallerini görmek mümkün. Fakat yine de düşünülmesi istenilen bir kadın ve bir erkeğin evlenerek idealleştirilen mutlu sona ulaşmış olmaları. Tıpkı Hollywood’da temsillerini göremediğimiz transgender oyuncular tarafından canlandırılan cisgender karakterler gibi, bu roller için transgender oyunculara kapılarını dahi açmayan büyük stüdyoların peşinde olduğu heteroseksist katharisis ancak cisgender oyuncuların filmlerinin yaptığı sükselerden sonra kırmızı halıda kollarında eşleri ile yürüyüp oynadıkları rollerin başarısının sonucu olarak Oscar almaları ile sağlanabilir. Burada sözü edilen oyuncunun ne kadar yetenekli olduğu değil, toplumun marjinalleştirilmiş kimliklerinin perdedeki temsilinin kasıtlı görünmezleştirilmesidir. Ben şahsen bu hikayeyi Viola kendine ne olarak tanıtırsa tanıtsın, aşk varsa hep oradadır zaten ve aşk aşktır diye yorumlamak istiyorum. Sevmek için çerçevelere bu derece ihtiyaç duyulmamalı… Öte yandan görünüşü sebebiyle Sebastian’a evlenme teklifi eden Olivia ise katharsisi en çok güçlendiren karakter. Herhangi bir sebep olmaksızın cinsiyetlendirilmiş bir illüzyonla evlenmek olarak tanımlanabilir. Oyunu bu kadar fazla tartışmamın sebebi “Scarlett Johansson bir transgender adamı canlandıracağı filmde rolü kabul ederek işini yaptığı için haksız bir şekilde eleştirildi.” diye başlık atan haber sitesi Business Insider’da köşe yazarı olan Daniella Greenbaum’un açtığı tartışmaya daha fazla soru ekleyebilmek. Greenbaum yazısında “Scarlett Johansson sosyal adalet savaşçıları çetesinin son hedefi oldu. Aktrist oyunculuk yaptığı için azarlandı.” diyerek LGBTQ topluluğunu “adalet savaşçıları çetesi” olarak tanımlayarak hakaret etmiş ve duyarlılıktan uzak yorumları ile temeldeki soruna yaklaşamamış. Özellikle son kullandığı cümlede feminist bir çıkış yaparmış gibi gözükse de, eleştirilenin ve topa tutulanın bir aktristin işini yapması değil de Hollywood sektörünün heteroseksist organları olduğunu görememiş. Tartışmaların alevlenmesi ile Business Insider kendi editoryal standartları ile uyuşmadığı için yazıyı sayfalarından kaldırdıklarını açıkladılar. Bunun üzerine Greenbaum ise Twitter hesabı üzerinden yayınladığı açık istifa mektubu ile işinden istifa ettiğini açıkladı. Sosyal sınıflandırması yüksek kişilerin fakir karakterleri veya ebeveynleri hayatta olanların yetim karakterleri canlandırabileceklerini söyleyerek fikirlerini savunan Greenbaum, “Benim fikrimce bir kadın bir erkeği veya trans bir erkeği oynayabilir.” dedi. Film kadrolarında herkese eşit şartlar sunulduğu durumlarda elbette ki herkes herkesi canlandırabilmelidir, ki zaten uğruna mücadele edilen de tam olarak bu. Bundan çok kısa bir zaman öncesine kadar, hatta yukarıda sözünü ettiğim On İkinci Gece’yi de kapsayarak konuşmak gerekirse (1600’lü yıllar, ki çok daha öncesi ve sonrası da var), tüm kadın karakterlerini erkeklerin oynadığı bir tiyatro tarihini de unutmamak lazım. Şu an neden cisgender bir kadın karakteri yine cisgender bir erkek oyuncu canlandırmıyor da, kadınlar hem kadın karakterleri hem de diledikleri her karakteri canlandırabiliyorlar? İşte bu feminist mücadelenin başarısıdır ve mücadele herkesi eşit bir şekilde kapsayıncaya kadar sürdürülmelidir.

Tartışmayı zenginleştirip güçlendiren özellikle transgender oyunculardan gelen tepkiler de tam bu noktaya değinen tepkilerdi. Transparent’ isimli dizinin kadrosunun transgender oyuncularından Trace Lysette Twitter hesabı üzerinden oldukça güçlü bir soru soruyor: “Yani siz bizi canlandırmaya devam ederken, biz sizi canlandıramıyoruz?”

Lysette sözlerine şunları da ekliyor; “Hollywood bitmiş. Eğer ki cis roller için Jennifer Lawrence ve Scarlett ile aynı odaya giriyor olsaydım, bu derece üzülmezdim, fakat hepimiz biliyoruz ki asıl olay bu değil. Rezillik! Sadece bizi canlandırıp hikayelerimizi ve fırsatlarımızı çalmakla kalmıyorsunuz, aynı zamanda da yaşamakta olduğumuz şeyleri canlandırdığınız için övgüler ve ödüllerle kendi sırtınızı okşuyorsunuz. Çok saptırılmış. Çok bıktım.” Lysette konuya ilişkin fikrini belirttiği tweetlerinden sonra ölüm tehditleri aldığını yazdı:

Oyunculuğun ne olduğunun tartışılmasının ötesinde aslında çok da gizli olmayan nefret söylemi gazeteler tarafından da sürdürülmekte, daha önce aktivistleri trans* sorunları hakkında hatalı raporlama yapmakla da suçlayan Avustralyalı gazete The Sunday Telegraph’ın haber başlığı bu söylemin aslında en iyi örneği: “Scarlett travesti film rolünü ortada bıraktı”.


Sense8’teki rolü ile hafızalarda yer edinen transgender oyuncu Jamie Clayton da Twitter hesabı üzerinden tartışmanın derininde yatan soruna işaret etti: “Trans aktörler kesinlikle hiçbir zaman TRANS KARAKTER ROLLERİN DIŞINDA HERHANGİ BİR ROL İÇİN OYUNCU SEÇMELERİNE BİLE KATILAMIYORLAR. BU GERÇEK BİR SORUN.TRANS OLAN aktörlere TRANS OLMAYAN KARAKTERLER olarak rol verin. HAYDİ YAPIN BAKALIM.”

Tüm bu tartışmaların ve ilk yaptığı açıklamanın ardından Scarlett Johansson 13 Temmuz’da rolü bıraktığını Out dergisine yaptığı açıklamada duyurdu; fakat bu tartışmaların daha da güçlenmesini sağladı.

“Benim Dante ‘Tex’ Gill rolünü kabul etmemin ardından sorulan son etik soruların ışığında, projeden çekilme kararı aldım. Transgender bireyleri kültürel boyutta anlama çabalarımız hala gelişme kaydetmekte ve ben üstlenmeyi kabul ettiğim rolle ilgili yaptığım ilk açıklamadan beri topluluktan çok şey öğrendim ve rolü kabul etmemin duyarsızca olduğunu fark ettim. Trans topluluğu için büyük bir hayranlık ve sevgi besliyorum; ve Hollywood’daki kapsayıcılığa dair alevlenen tartışmaların sürdürülmesinden de memnunum. Dante’nin hikayesine ve dönüşümüne can verme fırsatını kaçırmak istemesem de, neden birçok kişinin Dante’yi bir transgender bireyin canlandırması gerektiğini hissettiklerini anlıyorum ve tartışmalara, tüm anlaşmazlıklara rağmen, çeşitlilik ve filmlerde temsil hakkında daha büyük bir tartışma yarattığı için de minnettarım. Bütün sanatçılara eşit ve adil bir şekilde muamele edilmesi gerektiğine inanıyorum. Bünyesinde bulunduğum yapım şirketi These Pictures aktif olarak hem eğlendiren hem de sınırları zorlayan projeler yürütmekte. Bu dokunaklı ve önemli hikayeleri izleyicilerin dünyasına taşımak için her toplulukla çalışmayı istekle bekliyoruz.”

Çalıştığı yapım şirketinin adını aklama çabasına girişmesi ilginç olsa da tartışmaların sebebine dair yapıcı yaklaşım elbette ki önemli bir gelişme. Bir yapımcı ve sanatçı olan Zackary Drucker ise şunları söylüyor: “Bizim söylediğimiz şey herhangi bir rolü oynama konusunda aktörlerin sanatsal özgürlüğe sahip olması gerektiği. Söylemek istediğimiz şey bu karakterleri canlandıramazsın demek değil. Söylemekte olduğumuz şey sadece her çeşit rolü canlandırma konusunda aynı fırsatlara sahip olmak. Sizin elinizin altında olanlara biz de davet edilmek istiyoruz.” Yas Necati de Independent’ta yayınlanan yazısında bir rolü canlandırmakla özellikle marjinalleştirilen bir kimliği canlandırmak arasında fark olduğunu vurguluyor.

Nitekim bu konuda daha da nicel örneklerin sunulması adına 1985’te ABD’de kurulan ve yirmi yılı aşkın süredir televizyon ekranlarındaki LGBTQ görünürlüğüne dair raporlamalar sunan GLAAD’nin özellikle ana akım televizyon kanallarındaki temsillere dair yaptığı raporlamaları incelemek önemli.

GLAAD’nin 1 Haziran 2017 ve 31 Mayıs 2018 tarihlerini kapsayacak şekilde yaptığı raporlamada ABD’nin ana akım televizyon kanallarında LGBTQ temsili %6.4. Bu %6.4’lük orana (sadece ana akım televizyon programları üzerinden) daha yakından ve detaylı bakıldığında ise sonuçlar şu şekilde:

ABC, CBS, The CW, FOX ve NBS gibi ana akım televizyon kanalları üzerinden yapılan raporlamada 901 programdan yalnızca 58’inde görünürlük sağlanabilmiş, ki bu oran geçtiğimiz sene 895 program arasından 43’ünde görünürlük kazanılması ile %4.8 idi. Bu da 20 yılı aşkın süredir yapılmakta olan raporlamalarda bu sene en yüksek yüzdeye ulaşıldığına işaret ediyor. Gey karakter temsili %47 ile geçen seneden %2 oranda daha düşük. Lezbiyen karakterlerin sayısı ise %24 ile geçen seneden %7 oranında daha büyük. Fakat bundan iki yıl öncesiyle kıyaslandığında %33 gibi bir oranla karşılaşılıyor ve aslında büyük olan yüzdenin o kadar yüksek olmadığı görülüyor. %26 olan biseksüel karakterlerin temsilinde de geçen seneye oranla %4’lük bir düşüş gözlemlenmekte. Ki bu noktada diğer bir sorun da göze çarpıyor, biseksüel karakterlerden 16’sı kadınken yalnızca 6’sı erkek. Heteroseksist yapı içerisinde bu biseksüel erkeklerin kasıtlı olarak görünmezleştirilmesi olarak düşünülebilir. Transgender karakterlerin görünürlüğü ise yalnızca %5 oranında temsil edilmekte, ki bu yüzdeyi oluşturan 4 karakterden 1’i trans kadın karakter, 2’si trans erkek karakter ve bu sene ilk kez temsili görülen non-binary karakter. Bu sene ilk kez raporlamada görünürlük kazanan non-binary ve aseksüel karakterler (aseksüel karakter temsili kablolu televizyon kanalında ve Amazon, Hulu ve Netflix gibi platformlarda bulunabilmekte) daha önce de oynadıkları dizide bulunsalar da onlara verilen vakit oldukça yetersizdi ve izleyicinin bu karakterlerin yaşamlarına dair herhangi bir bilgi edinmesi mümkün değildi. Bu hikayelerin dizilere yerleşmeye başlaması değişmekte olan dünyanın televizyon dünyasına yansımaya başlaması olarak düşünülebilir. GLAAD ayrıca ADB’nin 18-34 yaş arası nüfusunun %20’sinin, 35-51 yaş arası nüfusun %12’sinin LGBTQ bireylerden oluştuğunu da rapora ekliyor, bu açıdan bakıldığında temsillerdeki yetersizliğin yüksek oranda olduğu dikkatten kaçmamalı. Raporlara göre 1996-97 sezonunda ilk kez açık lezbiyen kimliği ile televizyonda rol alan Ellen DeGeneres’in ardından her geçen yıl daha çok gelişme görülse de Hollywood temsilleri hala çok geride ve bu gelişmemişliğe dikkat çekilmesi bu anlamda da çok önemli. GLAAD raporlamaları hazırlarken özellikle kimin hikayeleri anlattığına, LGBTQ karakterlerin bir dizi kadrosunda nasıl konumlandırıldığına, hangi dizi türlerinde LGBTQ karakterlere yer verildiğine veya hangilerinde özellikle dışarda bırakıldıklarına dikkat ediyor. Bu sene başrolü bir queer oyuncunun üstlendiği diziler ise NBC’nin Will & Grace’si, ABC’nin How to Get Away With Murder’ı ve CBS’in Instinct’i olarak raporlanmış. Bunun yanı sıra, GLAAD dizinin gidişatı kötü gidince kolayca kadrodan çıkarılabilecek olan tek bir queer karakterdense, dizilerin kadrolarında birçok farklı pozisyonda daha çeşitli ve daha çok sayıda LGBTQ karakterlere yer verilmesinin asıl hedeflenen olduğunu vurguluyor. Özellikle çok uzun zamandır temsili olmayan (siyahi queer karakterler, çeşitli engelliklerle yaşayan karakterler, lezbiyen ve biseksüel kadınların hikayeleri, trans karakterler, çeşitli dini inançlara sahip insanların hikayeleri, marjinalleştirilmiş birçok kimlik altında baskılanarak şekillendirilmiş karakterler) karakterlerin de televizyon dünyasında görünürlük kazanarak izleyiciye ulaştırılmasını hedefliyor.

Yine GLAAD’nin 2012 yılından beri sürdürdüğü beyaz perdede LGBTQ temsili ve görünürlüğüne dair son raporlamada ADB’deki yedi büyük stüdyonun (20th Century Fox, Lionsgate, Paramount, Sony, Universal, Walt Disney, Warner Brothers), 1 Ocak – 31 Aralık 2017 tarihleri arasındaki süreci kapsayacak şekilde, 109 film içinden yalnızca 14 filmin (%12.8’nin) LGBTQ temsiline yer verdiği sonucuna ulaşıldı.

LGBTQ temsiline yer verilen filmlere daha ayrıntılı bakıldığında ise %64’lük oranla en fazla temsil edilen topluluk gey erkekler oldu, ki bu patriarkal sistemin sürdürülmesi anlamında en az tehlikeli görülen topluluk. Lezbiyen temsili ise %36 olarak tespit edildi, geçen seneye göre hafif bir artışla temsil edilen topluluk ise %16’lık oranla biseksüel karakterler oldu. 2017 yılında ise yukarıda da defalarca vurgulandığı gibi hiç transgender karakter temsili olan film bulunmamakta.

2017 yılındaki analizlere göre LGBTQ temsili ve görünürlüğü göz önünde bulundurulduğunda tür olarak komedi artık yalnız değil, çeşitli türlerde filmlerin eklenmesi ile birlikte LGBTQ temsiline dair sürdürülen “gülünüp geçilecek hikayeler ve gerçek hayatta olmaz” algısını kırmaya dair adım atıldığı söylenebilir.

Filmlerin raporlamasında kullanılan Vito Russo Testi’ne göre incelenen filmlerin lezbiyen, gey, biseksüel, transgender ve/veya queer karakterlere sahip olması gerekiyor. Bunun yanı sıra, karakterlerin cinsel yönelimlerinin ve toplumsal cinsiyetlerinin büyük bir çoğunlukla tanımlanmış olması gerekiyor. Ayrıca karakterler filmlerin olay örgüsünden çıkarıldıklarında yoklukları fark edilecek şekilde olay örgüsünde yer almış olmaları gerekiyor. Vito Russo Testi’ne göre 2012’den 2018’e kadar LBGTQ temsilleri ise şu şekilde:

Tekrar genel olarak yedi büyük stüdyonun 2017 yılındaki LGBTQ karakterlere yer verdikleri oranlar şu şekilde: 20th Century Fox piyasaya sürdüğü toplam 14 filmden yalnızca 2’sinde LGBTQ görünürlüğünü temsil edebilmiş; Lionstage ise toplam 19 film içerisinden yalnızca 2’sinde; Paramount da toplam 11 film içerisinden 2’sinde; Sony toplam 25 film içerisinden yalnızca 1’inde; Universal ise toplam 14 filmden 4’ünde; Walt Disney toplam 8 filmden 1’inde; Warner Brothers ise toplam 18 filmden yalnızca 2’sinde LGBTQ karakterlerin temsilini sağlayabilmiş.

Raporun sonucunda ulaşılan veride 2017’de sadece 7 büyük stüdyonun piyasaya sürdüğü filmlerde LGBTQ karakterlere yer verilmiş, ki bu da sadece filmlerin yüzde 12.8’ini oluşturuyor. LGBTQ karakterleri 2016’da yayınlanan büyük film yapımlarının yüzde 18.4’ünü oluşturduğundan mütevellit, bu veri bir yıl içerisinde gerçekleşen yüzde 5.6’lık bir düşüş anlamına gelmekte. GLAAD 2017’de piyasaya sürülen büyük yapımlarda sadece 28 LGBT karakterin açıkça temsil edildiğini rapora eklerken ve 2016’daki 70 karakter ile 2015’teki 47 karaktere kıyasla geçtiğimiz yılda gerçekleşen temsillerdeki düşüşü gözler önüne seriyor. Bu da demek oluyor ki 2012’de GLAAD LGBTQ temsillerinin izini sürmeye başladığından beri, 2017’nin filmleri diğer yıllara kıyasla LGBTQ içeriklli filmlerde en düşük rakama ulaşarak LGBTQ ile bağı en zayıf halkayı temsil etmekte. GLAAD değerlendirmeye aldığı yedi büyük film stüdyosuna 2021’e kadar LGBTQ karakter temsilini %20’ye, 2024’e kadar ise %50 oranına yükseltmeleri konusunda çağrıda bulunuyor.

Tüm bu tartışmaların ardından The Wrap’in anketine katılan katılımcılar yapım aşamasına bile geçmemiş olan Rub & Tug’a artık olumlu bir gözle bakmıyorlar ve bu sebeple de film projesinin Scarlett Johansson’ın yerine bir transgender karakterle anlaşmaya gitmek yerine tamamen iptal edilme olasılığından söz ediliyor. Bu durum tartışmaları daha da kızıştıracağa benziyor ve sonunda Hollywood’da bir dönüm noktası mı bizleri bekliyor yoksa kasıtlı görünmezleştirme sürdürülecek mi henüz bilinmiyor; fakat tartışmaların şimdiye kadar süregelen düzende ciddi çatlaklar açmayı başardığı da bir gerçek.