Kendine Ait ya da Çevrim Dışı Bir Uzun Uçuş

21 Haziran 2018
Bir cumartesi günü New York uçağındayım. Yaklaşık 11 saat aralıksız bir uçuş olacak. New York’u ilk kez ziyaret edecek olmamdan bile daha hevesliyim bu uçuş için.

Arkadaşlarım seyahatimin en zor kısmının bu uzun uçuş olduğunu söylüyor. Oysa, bana göre aralıksız uzun uçuşlar, içinde bulunduğum gerçeklikten kaçmam için muhteşem bir fırsat. İnternetin çekmediği bir 11 saat, insanlarla aramdaki teknolojik bağlantının kurulmasının teknik olarak imkânsız olduğu bir 11 saat demek. Yani, yalnızca bende var olanla geçireceğim, kendime ait bir zaman.

Ama işler umduğum gibi gitmiyor. Kalkıştan yaklaşık yarım saat sonra kemerlerimizi çözebileceğimize dair bir sinyal yanıyor başımızın üzerinde. Ve hemen yanında dünyanın en müjdeli haberini verir gibi yanıp sönen wi-fi simgesi! Uçakta internet var! Türkiye’nin en büyük operatörlerinden biriyle anlaşmalı olarak servis ediliyor hem de. Yani, bulutların üzerinde bile tıkır tıkır çekiyor internet. Benim insanlara, insanların bana ulaşmasının imkânsız olduğu zaman bir anda avuçlarımdan kayıp gidiyor… Çok geçmeden, önce çocuklar, sonra iş insanları birer birer açıyor tabletlerini, bilgisayarlarını ve telefonlarını. İçimi, saklandığım yerde sobelenmiş, köşeye sıkışmış olduğum hissi kaplıyor. Whatsapp’ıma gelen ilk mesajla büyü bozuluyor.

Dünyada, bağlantısız hayata bu kadar ihtiyaç duyan ve aradığı boşluğu uçuşlarda yaratmaya çalışan bir ben olmasam gerek. Zira, geçtiğimiz yıldan başlayarak giderek popülerleşen dijital detoks hakkında artık her yerde daha çok haber okuyor, detoksu uygulayan daha çok insana rastlıyorum. Dijital detoks, günlük ya da haftalık olarak belirlenebilecek bir dönem için, internete bağlanmadan ya da internet üzerinden kurulan iletişimi kısıtlayarak geçirilen bir ara. İnternete verilen bu ara, sadece kişisel vakitte veya tatillerde değil, artık iş yerlerinde de çok yaygın. Teknolojik aletler, biz kullanmasak bile sinyal dağıtıyor, dikkati bulandırıyor ve bir şekilde gözümüzü, dolayısıyla da aklımızı çeliyor. Artık her geçen gün daha çok toplantı teknolojik aletsiz gerçekleştiriliyor.

 

Ama teknolojiye ve/ya dijitale ara verme kararı alarak çevrim dışı olmak ile uzun uçuşlardaki gibi, teknik olarak internet sağlanamadığı için çevrim dışı olmak zorunda kalmanın bambaşka iki şey olduğunu düşünüyorum. Günlük hayatta çevremizdeki herkes tarafından dijital olarak ulaşılabilir olduğumuz varsayılıyor. Eğer bir teknolojik aracınız varsa, bu araçta muhakkak bir internet bağlantısı da olduğu düşünülüyor. Dolayısıyla eğer teknik olarak internetin sağlanamadığı bir ortamda, örneğin uzun bir uçuşta, kırsalda veya şehrin yeni yapılaşan ücra köşelerinde değilseniz, çevrim içi olduğunuz varsayılıyor.

Birisi size dijital olarak ulaşmaya çalıştığında, internetiniz kapalı olmadığı takdirde, mesajı size iletiliyor. Kullanılan uygulamanın özelliğine göre değişse de çoğu zaman, size ulaşıldığı bilgisi de size ulaşmaya çalışana gönderiliyor. Aslında, siz cevap verseniz de vermeseniz de karşıdaki kişi size ulaşmış oluyor ve iletişim kurma sırasını size geçirmiş oluyor. Ve o mesajı görmüş olmanız, hiç yanıtlamak istemeseniz bile size, gelen mesajı yanıtlama, o kişiye geri dönme sorumluluğu yüklüyor. Dijital detoksa girmek, kişisel bir karar ve diğer kişisel kararlar gibi arkadaşlarımıza, ailemize ve sevdiklerimize bildirmemizi gerektiriyor. Dijital olarak ulaşılmak istememe kararımızı çevremizdekilerle paylaştığımız takdirde, çevrim içi iletişimimizde karşı tarafa geri dönme yükümlülüğümüz biraz olsun ötelenmiş oluyor. Öte yandan, teknik olarak ulaşılır olmamak bizi bu sorumluluktan tamamen özgürleştiren bir durum. İnternetin altyapısal olarak sağlanamadığı koşullarda olduğunuz bilindiğinde ya da düşünüldüğünde, bu durum bir “mazeret” olarak görülüyor. Bir nevi, çevrim içi ilişki kurmanızı sağlayan yetinin sizden alınmış olması inanılmaz bir hafiflik yaratıyor.

Peki neden ulaşılabilir olmamaya ihtiyaç duyuyoruz? Çevrim içi olma detoksuna girecek kadar uzaklaşmaya çalıştığımız şey, bağımsızlığımıza olan özlem mi? Kendimizle baş başa kalmayı, yalnızlığımızı mı özlüyoruz, yoksa çevrim içi kurduğumuz yüzeysel ilişkilerden kaçıp birbirimizle derinden temas etmeye, gerçek bağlantılar kurmaya mı ihtiyacımız var?

Bu noktada bakış açısı kazanmama, sosyolog ve filozof Zygmunt Bauman’ın, çevirisi Düşünbil Dergisi tarafından yayımlanan Facebook ve diğer sosyal ağlar üzerine analizlerinin önemli katkısı oldu. Bauman’ın bağımsızlık üzerinden yaklaştığı analiz şunu söylüyor:

“Bağımsızlığı pratik etmiş insanlar, başka insanlarla birlikte yaşama üzerine müzakere etme yeteneklerini kaybediyorlar. Çünkü sosyalleşme becerisinden mahrum kalmış oluyorlar. (…) Çok yorucu, fazla çaba ve fazla dikkat… Müzakere ve yeniden müzakere süreci, yeniden tartışma, yeniden anlaşma, yeniden yaratma… Bağımsızlık, bizi bunları yapma becerisinden mahrum ediyor. Şu anda hayatlarımızı iki dünya arasında ayırıyoruz: çevrim içi ve çevrim dışı. Bağlantılı ve bağlantısız. Çevrim içi yaşam büyük oranda hayatın risklerinden arındırılmış bir halde. Internet ağından arkadaş edinmek çok kolay. Asla yalnızlık hissetmiyorsunuz. Eğer başka kullanıcılar tarafından sergilenen tutumları beğenmiyorsanız, onlarla iletişim kurmayı durdurursunuz. Çevrim dışıyken, kaçınılmaz olarak gördüğünüz şey insan ırkının çeşitliliğidir. İnsanlar çeşitlidir-geçip giden insanlar, yabancılar… Diyalog kurma ihtiyacıyla, sohbet etme ihtiyacıyla yüzleşmek zorunda kalırsınız. İnsanların farklı olduğu, insan olmanın pek çok yolu olduğu gerçekliğiyle yüzleşmek zorunda kalırsınız.

Bir diyaloğa girdiğinizde nasıl biteceğini asla bilemezsiniz; belki de sizin bilge ve diğerlerinin aptal olduğunu kanıtlamak yerine, diğerlerinin bilge sizin aptal olduğunu kanıtlayacak. Bağımsızlık, bizi bunları yapma becerisinden mahrum ediyor.  Bağımsız olduğunuz anda, kendi bağımsızlığınızı daha az durdurabilir ve bunu çok da zevk veren birbirine bağlı olma ile değiştirebilirsiniz. Yani, bağımsızlığın sonu mutluluk değildir; bağımsızlığın sonunda hayatın boşluğu, anlamsızlığı ve mutlak, tasavvur edilemez can sıkıntısı yatar.”

İnternetten ve dijital dünyanın getirdiklerinden arınmak isteyen, iş hayatında da kişisel hayatta da aynı “yok olma” ihtiyacının peşinde koşan pek çok insan tanıyorum. Günlük hayatta lüks olan artık teknolojiye sahip olmak değil, teknolojiden uzak saatlere sahip olmak. Bu uzaklaşma bizi kendimize yaklaştırıyor. Kendimizden başkalarına “yok olmak” veya her istediğimiz bilgiye, insana istediğimiz anda ulaşamama özgürlüğü bizi zihin dağınıklığından kurtarıyor. Ben bunu, mevcudumuzda olanı takdir etmeye ve varlığımızın tadını çıkarmaya alan açmak olarak görüyorum.

Öte yandan, geleceğe atılan her adımla daha da bağlantılı bir gelecek inşa etmenin peşindeyiz. Yaşam kurmaya uygun her bir noktaya altyapı iyileştirmesi olarak internet bağlantısı götürülüyor, teknoloji firmaları drone teknolojisiyle atmosferin kapladığı her boşluğu internete bağlayabilmek için yatırım yapıyor. Ama biz kendi ellerimizle inşa ettiğimiz bu über bağlantılı yaşamlardan kaçabilmek için bir sığınak aramaya devam edeceğiz gibi duruyor. Peki, bu gelecek gerçek olduğunda nereye kaçabileceğiz? İçinden kaçmak istediğimiz yaşamları neden inşa ediyoruz?

Etiketler

Özge Karakaya

Üyelik Tarihi: 17 Ocak 2018
11 içerik
Yazarın Tüm Yazılarını Gör