“İstanbul ve Bisiklet Birbirinden Uzak Değiller”

Google’a İstanbul ve bisiklet yazınca ikinci sırada ismi çıkan biri. Bu, günümüzde ya dijital şirketlere para ödeyerek ya da alınteriyle yapılabilir. Aydan Çelik’i tanıdığınız zaman konunun ‘alınteriyle’ yakından alakalı olduğunu gözleriniz kapalı biliyorsunuz.

O hayatında ciddi ve gerçek bir bisiklet tercih edeni. Kıra kaçmadan, şehirden uzaklaşmadan, tam da olmazların şehrinde. İnsana “Ya da sorun belki de İstanbul’da değil, sende” dedirtiyor. Son kitabı “Sana Dün Bir Seleden Baktım Aziz İstanbul: İstanbul Bisiklet Rehberi” Hill Yayınları’ndan çıktı. Bir manada şehrin değişip dönüşen bir şey olduğunu zaten içine sindirdiği için rehberliğini coğrafya betimlemeleri üzerinden yapıyor. Üzerine katlar konsa da coğrafya baki bir nebze baki kalabiliyor. İstanbul için hâlâ korunmaya değer’ diyor. 

Kent ve bisikleti özgürlükle birlikte anmak şart. Peki neden? Bana söyleşinin başında gösterdiği “How Women Rode the Bicycle to Freedom With a Few Flat Tires Along The Way: Wheels of Change” yani ”Kadınlar bisikletin Yönünü Özgürlüğe Nasıl Çevirdiler: Değişim Tekerlekleri” hakkında konuşarak başlıyoruz. 

Değişimin Tekerlekleri, İki tekerlekli şeytan arabası nasıl getirir kadınlara özgürlüğü? Ya da nasıl bir özgürlük oluşturur? 

Açık Radyo’da Şeytan Arabası programının 2 ya da 3. programıdır, arkadaşım Esra’da (Artan) doğrudan içindedir bu işlerin. Onunla konuşmuştuk Kadınlar ve Bisiklet mevzularını. 2011’de basılmış bir kitap bu bahsettiğim. Kadın özgürlük hareketiyle bisiklet arasında çok ciddi bir bağ, korelasyon var. 100 yıl öncesinden biraz söz etmek gerekirse meşhur süfrajet hareketi içindeki Susan B. Anthony’nin meşhur bir lafı var. “Hiçbir şey bisikletin kadınların özgürlüğü yolunda kadınlara sağladığı hakkı sağlamamıştır” Mealen söylüyorum. Bisikletin 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başında birkaç işlevi var. Bir verimli alet olarak, bir ulaşım aracı olarak mesela. Bu mobilite kendi içinde adı üstünde bir dinamik taşıyor. Bir de sembolik dinamizmi var, kadınlar özelinde onlara biçilmiş kadın kimliğinin tamamen dışına çıkan, o neredeyse hareket etmeye imkan vermeyen kıyafetleri kaldırıp tamamen çöpe atmalarına vesile olan.

Kamusallık tabii bir de…. 

Tabii, kamusallık en doğru kelime galiba. Kadın Eserleri Kütüphanesi’nde incelemiştim kaynakları, 1905 yılında kadınların bisiklete bindiğini görüyoruz. Fatma Aliye gibi önemli bir figür var. (Gerçi galiba o tartışmalı bir fotoğraf )Özetle 100 yıldır devam eden bir şey. Bu topraklara bakarsak özellikle son yıllarda Türkiye’nin politik gelişmelerine bir cevap niteliğinde gelişmeler var. Mesela “Süslü Kadınlar” diye bir bisiklet grubu çıktı ve bir mevhum oldu orada.(Onlara da bir logo çizdim, neden ben çizdim bir erkek olarak ama onu bilmiyorum) Kadınlar ve bisiklet ilişkisi bitmiş bir süreç değil daha da devam ediyor. 

90’lardan 2000’lere: Bir hak talebi öznesi olarak bisiklet

“Barışa Pedal” geldi benim de aklıma, sen “Süslü Kadınlar” deyince. Bisikletin barışı çağıran tarafı. Ki sende kurucularından biriydin aynı zamanda. Türkiye’de bisikletin politik manada kullanılmasına vesile olmuş bir yapı. Katılır mısın? 

Katılırım. Gene yüzyılın başında aktif olarak çıktı ortaya sonra bisikleti 2. Dünya Savaşı’ndan sonra bir ulaşım nesnesi ya da bir sportif nesne olarak görüyoruz ama 90’larda  sonra 2000’lere doğru yeniden bir hak talebi öznesi olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Burada daha önceden çok bilmediğimiz ya da farkında olmadığımız sürdürülebilirlik meselesi ortaya çıkıyor. Kentlerin yaşanılmaz hale gelmesi, küresel iklim değişikliği, karbon ayak izimiz, yani ekolojik hareketlerle paralel bir ortaya çıkışı var diyelim. Kitleselleşmesi 90’lar ve 2000’ler ve hala devam eden bir süreç. Burada bisikletin bir tür yeniden doğuşundan söz etmek mümkün hem dünyada hem Türkiye’de. Özellikle kent hakkında dair, yaşam hakkında dair, ekolojiye dair çok fazla grup ve manifesto görüyoruz. 

Kent deyince aklıma geldi. Google’a İstanbul ve Bisiklet yazında ikinci sırada ismin çıkıyor Aydan. 

Birinci sırada ne çıkıyor yahu? (Gülüşmeler) Şaka yapıyorum. 

Bike and Outdoor gibi bir şey çıkıyor… 

Ha, İstanbul Bisiklet çünkü onların adı. Söyleyeyim onlara değiştirsinler isimlerini, ben çıkayım ilk sırada. (Gülüşmelere devam) 

Soruma dönüyorum. Tam da İstanbulla özdeşleşmiş bir şey var ismini gördüğümüz yerlerde. İstanbul ve bisikleti birbirine yaklaştırmış birisin. Bir tür aktivizm gibi düşününce. Nasıl gelişti bu süreç senin açından? Derinden bir İstanbullusun… 

Demin şaka yapıyordum ama sahiden de İstanbul ve bisiklet birbirinden çok uzak değil. 2010 yılında Avrupa Başkenti olduğunda İstanbul’a bir İstanbul bisikleti armağan edelim diyerek beraber yola çıktığım bir marka var. Sedona isimleri de. İsimlerini verebiliriz bence çünkü bunu bisikleti satmak için yapmadılar.  Bisikletin gövdesini ve diğer parçaların bir kısmını İstanbul parçalarıyla çizmek, illüstre etmekten yola çıktık ve bir hikaye yazdık. Galata Kulesi var, Kule’den uçan Hazerfen diye bir efsane var, o uçan şey aslında bir bisiklet. İstanbul yazısı bisiklet parçacıklarından oluşuyor. Vapur gidiyor, ve vapurun her yeri bisiklet parçalarından oluşuyor. Bir yerde benim imzam da var, şu yazıyor; İki sevgiliyi bir araya getirdi. İstanbul ve bisiklet, en büyük rüyası da bir gün onların da birbirini sevmesi. İnşallah o ikisi de bir gün birbirlerini severler. 

8 yıl olmuş sen bunu yazalı, öyle düşün… 

İstanbul ve bisiklet üzerine yazı yazmaya başlamam ondan daha eski. Şimdi artık hayatta olmayan ve Tarih Vakfı’nın çıkardığı İstanbul dergisine çeyrek asır zaman önce yazıyordum. Zaten ondan eski zamandan beridir de bu şehrin içinde bisiklet kullanıyorum ben, 30 yıla yakın. “Kullanıyorum” derken, şehrin çeperlerine gidecek ve bir çıkışta 3 haneli kilometrelere ulaşacak kadar uzun mesafelere binmemin geçmişi o kadar.  İstanbul’un o zamanlar şahane olan Şile-Ağva köylerini bisikletle turlamaya başlamamın geçmişi 30 yıldır. Keşke o zaman fotoğraf çekmek bugünkü kadar kolay olsaydı da ben o zamanların köylerini çekseydim. Mahmut Şevket Paşa mesela. Bu köyler küçücük bir Karadeniz iklimini taşıyan yerlerdi. O manda popülasyonunun nasıl azaldığını, özellikle 90’lar başından itibaren, ikinci yarısından itibaren nasıl imara açıldıklarını keşke yıllar yıllar içinde fotoğraflasaydım. Dokunaklı bir sergi olurdu bugünler için. 

Bir tür kaynak da olurmuş… 

Var o yıllarda çektiklerim ama kendim için çekmişim. 

“Bu şehrin değişimine bu faninin kalbi yetişemiyor” 

Ama bir tür rehber olma görevin de devam ediyor. “Sana Dün Bir Seleden Baktım Aziz İstanbul: İstanbul Bisiklet Rehberi” mesela öyle bir kitap. Bisikletle uzun yol yapma cesaretini veren bir kitap, alternatif rotalarınla, gözlemlerinle. Bütün bunlar yıllar içinde edindiğin deneyimler. 

Evet ama Boudelaire’nin bir lafı var, Louis Bonapart şehrin altını üstüne getirirken “Bu şehrin değişimine bu faninin kalbi yetişemiyor” diyor, vallahi şimdi Boudelaire’i  İstanbul’a getirmek lazım. Değil yıllar itibariyle, günler aylar itibariyle herşey çok hızlı değişiyor. Bu Kuzey Otoyolu’nun bağlantı yollarını da kullanıyorum ben Çatalca-Silivri taraflarında, gün be gün değişiyor. Yani haliyle rehber yazdım ama bir taraftan da sürekli devinen bir şehirden söz ediyoruz. Yine de bisiklete biniliyor mu biniliyor, ben biniyorum en azından. Dışardan ahkam kesen futbol yorumcuları gibi değilim, topun arkasında da koşuyorum. İstanbul Bisiklet Rehberi bir tür coğrafya kitabı aslında. Gezi kitaplarının çoğu bir tür tarih kitabı oluyor yürüyüş odaklı oldukları için ve şehrin merkezinde dolaşırlar. Benim kitap İstanbul sınırlarının uçlarına kadar gidiyor. O yüzden de şehrin coğrafi sınırlarına kadar gidiyor. Sevmenin de bilmekle olan ilişkisini gözeterek bu cümleyi kurayım, hepimiz Kanalİstanbul diye negatif ya da pozitif bir fikri var insanların ama Kanalİstanbul’un nerelerden geçtiğini, nasıl bir rotada ilerlediğini biraz daha Serkan Taycan’ın (İki Deniz Arası Yürüyüşleri) bu konudaki öncü girişimiyle öğrendik ama çoğu insan kafasında tam da canlandıramıyor. Aslına bakarsan, zihni şekillendiren şeyler ana yollar. Oysa İstanbul topografyası, kırsalı ve coğrafyasıyla halen çok özel, bilinmeye ve korunmaya muhtaç bir şehir. 

“Her sürüş deneyimi kendine has”

Zihni şekillendiren şeyler anayollar dedin ya, bir yandan da şehirle olan bu kavganın  sebebi de bu gibi. Şehri düşündüğün zaman bizi tam da şehrin ortasına hapsetmiş bir yapılanma ve şehirleşmeden bahsediyoruz. ‘Ulaşım’ın izin verdiği ölçüde varız. Bisiklet bunu yıkabilen bir şey gibi. 

Öyle tabii. Kitap üzerinden gideyim yine, bütün tarih kitapları gibi İstanbul Bisiklet Rehberi de tarihi yarımadadan başlıyor. Aşağı yukarı 30 km’lik surlarla çevrili bir şehirden bahsediyoruz. Orayı gezeceğin bir bisiklete binme biçimiyle, Üsküdar’dan çıkıp Riva’ya gideceğin bir bisiklete binme biçimi çok aynı değil. Biri daha uzak mesafe, performans gerektiriyor. Diğeri milimetrede tarih olduğu daha yavaş, daha yoğun bir gezi deneyimi sunuyor. Ya da diyelim ki Haliç’e gidiyorsun. Haliç, bugün İstanbul’la ilgili imgelemin insanın hayal gücünü en çok zorlayan yer. Bu cümleyi şöyle kuruyorum; İstanbul’un değişimi ve o değişime eşlik eden yağma kültürünün en uç noktası . Aşağı yukarı Boğaziçi’ne dahil, özellikle bu Şirket-i Hayriye 19. yüzyıl ortalarında vapur seferleri başladığında keşfedilen bir yer. Buraya dair 150 yıl önce kurulan cümlelerle, bugün kuracağımız cümlelerin ruhu arasında çok büyük bir fark yok. yine çok güzel, pastoral, etkileyici. 18. yüzyılın başından itibaren dönemin en gözde yeri. Deniz giriyor, ama yukarıdan Alibeyköy ve Kağıthane suları yani iki tatlı suyla beslenen müthiş bir pastoral görüntüsü olan ve o dönemi yazanların ‘rüya alemi’ olarak tanımladığı bir yer. Bugün hayal gücünü çok zorlasan bile tahayyül edemeyeceğin bir yer. Realite ve geçmiş arasındaki en büyük uçurum Haliç, orada da başka bir sürüş deneyimi yaşıyorsun işte. Sürekli hayalgücünü çalıştırmasını istiyorsun okurdan. İstanbul gibi çok boyutlu bir şehirde her sürüş deneyiminin kendine has bir özgünlüğü var. Haliç, Adalar, Silivri’de bambaşka. Özetle İstanbul halen bisiklete binilebilir bir yer. 

Umut veriyorsun sahiden…

Mücadele dediğimiz şey aslında kelimenin bir parçası. “Bisiklete binmek çok zor” dediğinde, zor hakikaten bunu kabul ediyorum ama biraz da kolaycı bir cümle olduğnu düşünerek kabul ediyorum. Binen bir sürü insan var. Bindikçe görünür olursun, sayınız arttıkça gücünüzü hissettirirsiniz, o yüzden binmek lazım. 

Laboratuarda Rafet yetiştirilir mi? 

Son sorum, konuyu da böylece illüstratör kimliğine de çekmek isterim. Hasankeyf için çizdiğin Rafetus önemli çalışmalarından biri. Nasıl değerlendiriyorsun Hasankeyf’in son halini?

Şimdi kuracağım cümle hipotetik bir cümle olacak. Ben tam zamanlı çizer, yarı zamanlı yazar, arada bisikletçi olarak kendimi tarif ederim. İşimin bir parçası olarak yaptığım şeylerden en sevdiğim, biraz da sonuç alması tarafından bakınca daha da sevdiğim bir karakter. Genelde bu karakterleri çizdikten sonra isim bulmakta çok zorlanırız, Doğa Derneği’ne çizilmiş bir şeydi o. Latince adı Rafetus euphraticus olunca, adı hazır diye düşünüp koymuştuk ismini. Fırat bölgesinin kaplumbağası. İnsanların içine girdikleri bie kostüm bile yapmıştık onunla ve Alman Parlementosu önünde de bir eylem yapıldı bu karakterle. (Hükümetin Ilısu Barajı için garantör olmayı reddetmesi için yapılan eylemlerden biri) Hasankeyf’in son durumu için çok da konuşmak istemem ama sanki Rafetus, Doğa Derneği’nin o kampanyası olmasa ve iyi yönetilmeseydi orada bir Ilısu Barajı vardı belki bugün. Ne olacağını konuşuyoruz ama geciktirdiği kesin, belki de daha da gecikecek. 

** Tarihi 12 bin yıl önceye uzanan Hasankeyf Ilısu Barajı suları altında bırakılmaya hazırlanırken, Rafetus’un da soyu tükenecek. 2013 yılında Rafetus’un laboratuar ortamında üretileceği açıklandı, fakat bugün konuya dair sağlıklı bilgi ‘henüz’ yok. O da başka bir yazının konusu olsun.