2015’ten Günümüze Ohal’in Yansımaları

7 Haziran seçimleri sonrasında Diyarbekir başta olmak üzere Kürt illerinde çatışmaların olduğu, sokağa çıkma yasaklarının haftalarca-aylarca kaldığı, yüzlerce insanın yaşamını yitirdiği, yüzlercesinin de yaralanıp sakat kaldığı zor zamanlar yaşandı. Bunların etkisi henüz tazeyken, 15 Temmuz Darbe Girişiminin sonrasında ilan edilen OHAL ve çıkarılan KHK’lerle yüzbinlerce kişi işlerinden atıldı ya da açığa alındı ve birçok Sivil Toplum Kuruluşu kapatıldı.

2015 yılından günümüze bireysel ve toplumsal alanda insanların yaşadıkları bu süreçleri Mezopotamya Psikologlar İnisiyatifinden (Derûnas ên Mezopotamyayê)* Psikolog Leyla, Gülistan  ve aynı zamanda KHK ile işten atılan Dicle Üniversitesi Barış Akademisyenlerinden Düzgün Uğur  ile konuştuk.

Uzun zamandır OHAL’deyiz, bu sürecin bireydeki ve toplumdaki yansımalarından bahsedebilir misiniz? Psikolojide, edebiyatta, medyada, siyasette nasıl etkileri var?

Leyla: İlk olarak ihraç edilenler geldi aklıma. OHAL sürecinde çok sayıda ihraç edilen oldu. Dolayısıyla günlük rutinleri sekteye uğradı, ekonomik standartları değişti. Bir dönem sadece buradan değil farklı şehirlerden de psikolojik destek almak isteyen arkadaşlar olmuştu. Beraberinde iş yoksunluğuyla birlikte temel ihtiyaçlarda zedelenme olunca psikolojik desteğe ihtiyaç duyuldu.

Düzgün Uğur : “Aynı zamanda bu insanlar sisteme ve günlük yaşama dair adalete inançlarını yitirmiş durumdalar. Adalete inanmak  da geleceğe dair planlar ve çalışmalar yapmamızı sağlar.”

Diyarbakır içinde de ihraç edilenler önemli bir sorun aslında. Diyarbakır’da başka sorunlar da var. Kürtlerin yaşadığı bölgelerde Hendek süreçlerinden sonra travmalar, incinmeler çok daha büyük bir problem olarak ortada duruyor. Evlerine dönenler evlerini darmadağın buldukları için yeniden oluşturmaya çalışıyorlar. Aynı zaman da insanlar sisteme ve günlük yaşama dair adalete inançlarını yitirmiş durumdalar. Adalete inanmak da geleceğe dair planlar ve çalışmalar yapmamızı sağlar. Genel anlamda doğrudan bu haksızlığa maruz kalan insanlar, yerinden edilen insanlar sistemin adil davranacağına dair inançlarını yitirmiş durumdalar. Bir de doğrudan maruz kalmayan ama kendini bu gruba ait addeden bir kitle var. Mesela ben ihraç edildim ama benim birçok arkadaşım ihraç edilme tehlikesi altında. Onlar ekonomik bir kayıp yaşamadı ama şu anda benim gibi hissediyorlar. Sadece ekonomik kayıplar değil, o süreçte birçok insan evladını kaybetti. Ama doğrudan haksızlığa maruz kalmayanlar da şunu fark etti; bu ülkede bir adalet yok. Sokak ortasında öldürüldüğünüzde; çok rahat bir şekilde faillerinize takipsizlik verildiğine ve cezasızlık politikalarının uygulandığına şahitlik ediyoruz. Soruşturma bile açılmadığını görüyoruz. Ülkede muhalifler; Kürtler, Aleviler, solcular adil bir sistemin olmadığının kanısına varıp her an başlarına bir şey gelebileceğinin kaygısını duyuyorlar. Bu tabi çok net bir şekilde ruh sağlığını bozan bir durumdur.  İnsanın psikolojisi toplum içinde ve mevcut sistemle uyum içinde yaşaması sonucu sağlıklı olur. Eğer bir uyumsuzluk hali varsa sağlıklı bir ruh halinden bahsedemeyiz.

Peki çocuklar? Onların gelecek tasavvurları nasıl?

‘’ Çocuk en ufak bir sesten dahi irkilip yine bomba mı patlıyor diyor’’

Düzgün Uğur:  Bugün görüştüğümüz ailelerden biri ‘’ Çocuk en ufak bir sesten dahi irkilip yine bomba mı patlıyor’’ diyor. Bu işin bir kısmı… Yani bu travmadan etkilenen ve bütün hayatı boyunca bu etkiyi taşıyacak olan bir kitle var. Gelişim dönemlerindeki bütün olumsuz olaylar onların hayatlarının geri kalanını  ve geleceğini etkileyecek. Aslında olumlu değerlendirmeler yapabilecekken gelecekte daha olumsuz ve karamsar değerlendirmeler yapacaklar.  Bir de başka bir boyutu da insanlarda öfke ve aşağılanma duygusunun varlığı. Ciddi anlamda aşağılayıcı uygulamalar yapıldı. Bodrumda yakılan insanlar bir yana bir de maçlarda ‘’Aşk Bodrum’da yaşanır’’ gibi pankartlar açıldı. Yani bu ikisini karşılaştırdığımızda insanların diri diri yakılmasından daha kötü bir durum varsa bütün bu kötülüklerin meşrulaştırılmasıdır diyebiliriz. ‘Kolektif öfke’’ dediğimiz bir şey bu. Yani benim diri diri yakılmama gerek yok buna şahitlik etmem de yeterlidir. İnsani bir şey hissediyorsam buna öfkelenmem gerekiyor. Eğer kendimi bir gruba ait hissediyorsam ve mensubu olduğum grup sırf birileri güçlü görünsün diye aşağılanıp, bir de üstüne yaptıkları meşru gösteriliyorsa, bende ciddi bir kopukluk yaratacaktır.  Bu insanlarla bir arada oluşumu sorgulamama neden olacaktır. Toplumsal cinsiyetten tutun da etnisiteye, mezhebe, politik bir düşünce temeline baktığımızda da böyledir. Bir yandan insanlar daha karamsar ve sağlıksız olacak diğer yandan da daha aşağılanmış daha öfkeli ve ilişkiyi koparmaya meyilli bir kitle olacaktır.

Birazda OHAL’in medya, sanat, edebiyat üzerindeki etkilerinden bahseder misiniz?

Şu andaki medya OHAL’den etkilenmedi bence. Zaten OHAL’in aparatı haline gelmiş durumda. Çok net bir şekilde ‘’aparat’’ diyebiliriz. 12 Eylül dönemine bile baktığımızda mizah dergileri çıkarılıp Kenan Evren dâhil bütün askeri oluşumlara taşlama yapıldığı görünüyor. Bugün en ufak bir taşlama cezaeviyle sonuçlanan bir sürecin başlangıcı demek. Ben en azından Türkiye tarihinde çok partili dönemde böyle bir şey yaşandığını düşünmüyorum. Bu da medyanın tek sesli hale geldiğini gösteriyor. Bir yandan böyle ama işin başka bir boyutu da var. Daha önce Doğan Medya’sı muhalif medya olarak görülebiliyordu ama Kürtlere yönelik uygulamalarda diğer medya organlarından çok büyük bir farkı olmuyordu. Şimdi o da yok. Olmaması daha iyi çünkü diğeri demokratik bir sistem varmış yanılgısı taşıyor.

OHAL sürecinde daha çok hangi vakalarla karşılaşıyorsunuz?

 “ İnsanların sokak ortasında öldürüldüğü, 57 yaşındaki bir kadının cesedinin 7 gün sokakta bekletildiği bir dönemde ruh sağlığını korumak ve ben sağlıklıyım demek anormallik göstergesidir.”

Muhalif kimliğiyle bu sürecin içinde yer almış ve herhangi bir noktadan bu mevcut adaletsizlikle baş edemeyeceğini düşünüp bize gelen danışanlarımız var. Aslında ortada çok net bir haksızlık var düşüncesiyle bize başvuruyorlar. Bu bireylerin dünyaya dair adalet algıları ‘’ama bu çok büyük bir haksızlık, nasıl bunlar olabilir’’ gibi bir yaklaşıma götürüyor. Bu çok yanlış bir yaklaşım değil aslına bakarsanız böyle bir dönemde ruh sağlığını korumak anormalliktir. İnsanların sokak ortasında öldürüldüğü, 57 yaşındaki bir kadının cesedinin 7 gün sokakta bekletildiği bir dönemde ruh sağlığını korumak ve ben sağlıklıyım demek anormallik göstergesidir. Çünkü bu insan hayatının olağan akışında normal olan bir şey değildir. Anormal duruma ‘’normalmiş gibi tepki vermek’’ anormalliktir. Bu kadar korkunç şeyler karşısında biz nasıl hâlâ sağlıklı olduğumuzu iddia edebiliyoruz? Belki de sorulması gereken asıl soru budur.

Aslında bu travmanın bir yandan devralınan hafızası varken bir yandan da birkaç yıldır yükselen bir tarafı var. Sizce insanların travmayla baş etme mekanizmları neler, nasıl başediyorlar?

Bireysel olarak baş etme mekanizmaları değişir çünkü her bireyin olanakları farklıdır. Mesela Sur’ da evini kaybetmiş bir kimsenin gidebileceği, dayanışabileceği bir yakını varsa o travmayı daha kolay atlatabiliyor. Başkasının bir akrabası yok mesela o sokak ortasında kalıyor travması katmerleniyor. Başka bir açıdan bakarsak devletin ona yaptığını zaten anlıyor, bekliyor. Bir de kendi toplumundan gördükleri var. Bir danışanımız şöyle demişti: ‘’Ben bir yatak taşımaya çalıştım, pikap benden 1000 lira istedi. Normalde kamyonlar bile 500 liraya ev taşırken nasıl olur bize karşı bu kadar acımasız olabilirler?’’ Bu sebeple bireysel mekanizmalar birbirinden çok farklı. Toplumsal olarak da evet bir travmadan bahsetmek gerekir ama tersinden de bahsetmek gerekir. 20yıl geriye gidince şöyle bir şey görüyorum; Kürdistan’ın birçok yerinde köyler yakıldı, insanlar metropollere sığındılar. Bu insanların birçoğu da doğru dürüst okuma yazma bilmeyen, politik olmayan ama bir şekilde kendi halkıyla barış içinde yaşamaya çalışan bir gruptu. Yine bu insanlar gelişti ve politikleşti. Kürt Hareketi’nin 90’lardaki oy oranı %3-5’lerde iken, bugün yüzde 15’lerden bahsedebiliyoruz.

Buradaki en olumsuz tepki iç dayanışma yokluğuna yöneliktir. Bu insanları çok yaralamış durumda. Olumsuzlukların üstesinden bir yandan kimlikleriyle bir yandan da örgütlenerek gelmeye çalışıyorlar.”

Bu ülkede söz konusu Kürtler olunca milliyetçisi, İslamcısı, kemalisti çok rahat birleşebiliyor. Ama tersinden bakınca Kürtler de artık birleşebiliyor. Bunun adı ‘’travma sonrası büyüme’’ literatürde de böyle. Bireysel olarak da toplumsal olarak da bir travma ile baş edebilirseniz bu sizi büyütüyor. Baş etme mekanizmaları güçleniyor bugün de böyle olacaktır. Kürtler kısa vadede yenilmiş gibi görünüyor ve toplumun üzerinde genel anlamda olumsuz bir atmosfer var. Buradaki en olumsuz tepki iç dayanışma yokluğuna yöneliktir. Bu insanları çok yaralamış durumda. Olumsuzlukların üstesinden bir yandan kimlikleriyle bir yandan da örgütlenerek gelmeye çalışıyorlar.

Ortada belirgin bir travma olduğunu söylüyorsunuz. Bu noktadan sonra bu travmayı atlatabilmenin yolları nelerdir?

Meşhur bir söz vardır; depresyonun en büyük ilacı mücadeledir, eylemdir. Ne kadar çok eylemlilik içinde olursak travmayı o kadar kolay atlatabiliriz. Eylemlilik sadece sokağa çıkalım, eylem yapalım, gösteri yapalım demek değildir. Travmatik süreci yaşamış birileriyle iletişim kurmak da bir eylemdir. Onlar için bir şeyler yapmaya çalışmak da bir eylemdir. Travmatik olay esnasında mücadele eden herkes travmayla daha kolay baş ediyor. Ya da travma sonrası stres bozukluğu yaşamıyor. Zaten şu anda bir travma sonrasından bahsedemeyiz bence halen bu travma devam ediyor. Bu yüzden ‘’şimdiki an’’ dediğimiz zaman dilimi çok önemli. Bu andaki travmayla hem kendimizin hem de toplumdaki insanların baş etmesi açısından ‘’mücadele’’ en uygun ve kabul edilebilir yöntemdir. Mücadele dediğimiz şey insanın kendisini tehlikeye atması demek değildir. İnsanlarla dayanışmak; çocuklar, öğrenciler, kadınlar hatta tüm dezavantajlı bireyler için bir şeyler yapmaya çalışmak büyük yararlar sağlayacaktır. Psikolog olarak da birey olarak da bize düşen şeyler var. Bir kere haksızlığa uğradığını düşünen her insana ulaşabilmeliyiz. Bu olayın psikolojik sonuçları var bu sonuçlara müdahale edebilmenin olanaklarını yaratmalıyız. Bunu yapamadığımız takdirde bizim için de büyük eksiklik olur.

Bu süreçte dernek olarak neler yaptınız? Ya da bir şeyler yapabildiniz mi?

Düzgün Uğur: Dernek değiliz inisiyatifiz. Öncelikle OHAL’de dernek ve inisiyatif olmanın farkının bize etkisinden bahsetmek istiyorum. Buradaki derneklerin ve sivil toplum kuruluşlarının büyük bir çoğunluğu kapatıldı. Biz dernek olsak çok büyük ihtimalle kapatılmış olacaktık. İnisiyatif olarak var olmamız bizim kapatılmamazı sağladı. Kapatılacak bir şey olmayınca da var olduk. Ayakta kalma mekanizmalarımızın da bir göstergesi aynı zamanda. Bu da aslında örgütlenmek için dernekleşmeye vakıflaşmaya gerek olmadığını gösterdi bize. Örgütlenmek aslında bir tür bağ kurmaktır. Bu bağ internet üzerinden de sözel de olabilir. Egemenlerin ezdikleri halklara karşı bir sürü araçları olduğu gibi ezilen hakların da bir sürü aracı vardır. İnisiyatif olarak Surda, ihraçlarla ilgili bir çalışma yapmaya çalıştık. Çok yürütemedik çünkü insanlar konuşmak istemediler; işe dönme umutları vardı ve çalışmaya dahil olduklarında geri dönemeyeceklerini düşünüyorlardı. Günlük hayat içerisinde ailelerini geçimini sağlamak zorunda oldukları için Cezaevi de dahil bir çok risk vardı. Biz de başka bir yöntem bulamadık ve çalışmamız etkili olamadı.

Leyla:  İhraçlar çalışması dışında da birçok çalışma yaptık. OHAL sürecinde Nusaybin ve Sur çocuk çalışmasında yer aldık. Fidanlık Ezidi kampında yer alan arkadaşlarımız oldu. Biz çalışma ekibinin bileşeniydik. Yaptığımız işin önemi halkımıza hizmet, anadilde hizmet, ana akım harici bir psikoloji verisi üretmek, psiko-sosyal destek çalışmalarında da bu şekilde yer almakta yatıyor. Sur çocuk çalışmasını anadilde ve Türkçe olmak üzere iki dilde yürüttük. Başka hassasiyetlerimiz de vardı; her grupta kolaylaştırıcıların kadın ve erkek olmasına dikkat ettik, psikoloji çalışanları, ruh sağlığı çalışanları ve sanat çalışanlarıyla bir sentez yapmaya çalıştık. Yaşları 7 ile 15 yaşları arasında değişen bu çocuklarla 6 ay psiko-sosyal destek çalışması; 2 ay da atölye çalışmaları şeklinde yürüttük.  İşin bizim açımızdan ehemmiyeti var çünkü bizler de bu coğrafyanın insanıyız. Bize yabancı gelmiyordu yaşadıkları. Onların yaşadıklarını biz de kendi çocukluğumuzda yaşamıştık. Anadil travmamız mesela, Türkçe konuşma zorunluluğumuz…  Bu durum doğrudan özdeşimimizi kolaylaştıran,  sevgi ve güven aşılama noktasında aşama kaydetmemizde hızlandıran bir etkisi oldu.

Gülistan: Arkadaşların Nusaybin’de şöyle bir gözlemi olmuştu. Çocuklar Türkçe konusunda tepkisel davranmışlardı, o dille bir bağ kuramamışlardı. Zaten travmatize olmuştu çocuklar.  Biz de  daha sonra Kent Konseyi ve Disa’yla ortak yürüttüğümüz Sur çocuk çalışmasında iki dilli yürütülmesi gerektiği ile ilgili bir hassasiyet oluşturduk. Çalışmayı iki dilli yürütünce sahada çocuklar üzerinde de nasıl bir olumlu bir etki bıraktığını gördük. Sadece çocuklar değil süper vizyonda bir araya geldiğimiz kolaylaştırıcılar da kendilerini daha iyi hissettiklerini söylüyorlardı. OHAL sürecinde inisiyatif olarak tek başımıza çıkıp alanda çalışmamızı yürütemedik, hem güvenlik sorunu vardı, hem sayımız azdı. Diğer STK’lerle iş birliğiyle yürüttük. Bir araya gelme, dayanışma bize de iyi geldi.