“Dünyada Kaynaklar Azaldıkça Siyasiler Kutuplaştırmayı Artıracak”

Üniversite araştırmalarında giderek arttığı kaydedilen toplumsal kutuplaşmanın boyutlarını, önlenmesinde sivil toplum ve akademinin üstlenebileceği görevlerini konuştuğumuz Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi Çatışma Çözümü ve Arabuluculuk Programı Uzmanı Pınar Akpınar, kutuplaşmanın sadece Türkiye’de yaşanmadığını diğer ülkelerde de benzer bir trend olduğunu belirterek, “Bu aslında çok da şaşırılacak bir durum değil çünkü, kanımca, dünyada kaynaklar azalıp, refah seviyesi düştükçe siyasiler kutuplaşmayı daha çok arttıracak. Çünkü insanları sınırları belli, homojen kamplara ayırırsanız daha kolay yönetirsiniz ve bir grubun diğer grup/gruplar üzerindeki hakimiyetini daha kolay meşrulaştırabilirsiniz” diyor.

Kadir Has ve Bilgi üniversitelerinin yaptığı araştırmalarda kutuplaşmanın farklı boyutları ortaya konuldu. Siz de bu konularda çalışmalar yürütüyorsunuz. İlk başta araştırmalarla ilgili genel bir değerlendirmenizle başlasak…

 

Öncelikle Bilgi Üniversitesi ve Kadir Has Üniversitesi’ndeki hocalarımızı bu araştırmalar için tebrik etmek isterim. Türkiye’nin toplumsal ve siyasal portresini çeken, çok faydalı araştırmalar olmuş. Biz de Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi olarak son iki senedir, daha çok kalitatif yöntemler kullanarak, benzer konularda araştırmalar yapıyoruz. Çalışmaların özellikle kutuplaşma ve Kürt meselesi konularındaki bulguları bizim vardığımız bazı sonuçları da destekler durumda. Son iki yıldır toplamda 50’den fazla siyasetçi, bürokrat, sivil toplum temsilcisi, akademisyen ve medya temsilcisiyle derinlemesine mülakat yaptık. Ayrıca farklı kesimlerden toplamda 150’ye yakın kişiyi çalıştaylarda bir araya getirdik.

 

Bizim yaptığımız araştırmaların bulguları da Türkiye’de artan bir kutuplaşma olduğunu destekler yönde. Ancak ilginç olarak, hükümete yakın kesimler kutuplaşmanın yalnızca siyasetçiler arasında olduğunu ve tabanda olmadığını düşünürken, muhalif diyebileceğimiz kesim tabanda da yüksek seviyede kutuplaşma olduğunu düşünüyor. Bilgi Üniversitesi ve Kadir Has Üniversitesi’nin yaptıkları geniş ölçekli kantitatif çalışmalar bu algılardan ikincisini destekler yönde. Yani kısaca, Türkiye’de kutuplaşma var ve bu kutuplaşma yalnızca elitler arasında değil, tabana da yayılmış durumda.

 

Ayrıca bu kutuplaşma siyasiler ve medya aracılığıyla da körükleniyor. Dünyada da benzer yönde bir trend söz konusu. Bu aslında çok da şaşırılacak bir durum değil çünkü, kanımca, dünyada kaynaklar azalıp, refah seviyesi düştükçe siyasiler kutuplaşmayı daha çok arttıracak. Çünkü insanları sınırları belli, homojen kamplara ayırırsanız daha kolay yönetirsiniz ve bir grubun diğer grup/gruplar üzerindeki hakimiyetini daha kolay meşrulaştırabilirsiniz. Ayrıca homojen grupların siyasi eğilimlerini daha kolay tahmin edip, yönlendirebilirsiniz.

 

“Bilgi Üniversitesi’nin yaptığı araştırmada en çarpıcı bulduğum nokta bu oldu. İnsanlar kendine demokrat ve kendisi gibi olmayan insanların demokratik haklarını kolaylıkla hiçe sayabiliyor. Bu çok tehlikeli bir yaklaşım çünkü linç kültürünü tetikliyor ve otorite tarafından sömürülmeye de çok açık. ‘Şimdi biz onların başını ezmezsek yarın bir gün onlar bizim başımızı ezerler’ gibi bir algı var. Bir arada yaşama kültürü eksik. Bu biraz da toplumsallaşamamaktan kaynaklanıyor.”

 

Siyasilerin en yakın destekçisi medya oluyor o halde…

 

Medya kutuplaşmayı arttırmada çok büyük bir rol oluyor çünkü çok önemli bir ideolojik aygıt. Veri bilimcisi/akademisyen Ravi Iyer’a göre, yalan haber kutuplaşmanın sebebi değil semptomu. Aslında insanların gündemi hangi medya mecralarından takip ettikleri bile kutuplaşmanın boyutlarını gösteriyor. İnsanlar var olan inançlarını bilişsel olarak pekiştiren mecraları takip etmeye daha meyilliler. Sosyal medya da bunu pekiştiren bir araç olarak öne çıkıyor. Kullanıcılar ‘Like’ tuşuna her bastıklarında var olan inanç kalıplarını biraz daha pekiştiriyorlar. Yalan haberler ayrıca güvenilir olan medya kaynaklarının güvenilirliğini azaltıyorlar. 2016 Amerikan başkanlık seçimleri bunun net bir örneğiydi. Yalan-gerçek özellikle birbirine karıştırıldı ve Trump hakkında çıkan birçok dayanaklı haberi seçmen görmezden geldi. Burada önemli bir nokta da medyanın ‘kurtarıcı’ mitini etkin bir şekilde kullanıyor olması. İnsanlık tarihinde, dinlerde, efsanelerde kurtarıcı mitine o kadar sık rastlanıyor ki bilinçaltına yerleşmiş durumda ve işe yarıyor. Kutuplaşmayı besleyen ve ondan beslenen bir mit. Bir grubu ötekinin zulmünden koruyacak, ona karşı koruyup, kollayacak bir kurtarıcı yaratın… Bu uğurda insanlar demokrasiden bile feragat edebiliyor. Bilgi Üniversitesi’nin yaptığı araştırmada en çarpıcı bulduğum nokta bu oldu. İnsanlar kendine demokrat ve kendisi gibi olmayan bireylerin demokratik haklarını kolaylıkla hiçe sayabiliyorlar. Bu çok tehlikeli bir yaklaşım çünkü linç kültürünü tetikliyor ve otorite tarafından sömürülmeye de çok açık. ‘Şimdi biz onların başını ezmezsek yarın bir gün onlar bizim başımızı ezerler’ gibi bir algı var. Bir arada yaşama kültürü eksik. Bu biraz da toplumsallaşamamaktan kaynaklanıyor. Yani hala geleneksel ‘cemaat’ algısı var. Burada kastettiğim şey illa dini cemaatler değil, laikler veya başka gruplar da kendi içlerinde cemaat gibi yaşayabiliyorlar. Oysa ki hukuk, bireylerin ait oldukları kimlikler ve gruplardan bağımsız olarak, her birey için eşit haklar çerçevesinde işleyebilmeli.

 

Araştırmalarda kutuplaşmanın eksenleri konusunda farklılaşma var. Ama genel itibariyle etnik ve dini kutuplaşmalar yoğun görünüyor bu konudaki değerlendirmeleriniz nasıl?

 

Evet, bu kırılımlar aslında beklenen kırılımlar çünkü nüfus olarak toplumda büyük grupları temsil ediyorlar. Kutuplaşma büyük gruplar arasında daha fazla oluyor ve daha kolay yönetilebiliyor. Toplumu ne kadar büyük gruplara bölerseniz kutuplaşma da o kadar artıyor. Yine bizi şaşırtmayan bir sonuç, HDP’nin en büyük öteki oluşu çünkü HDP eşittir ‘bölünmüş Türkiye’ gibi bir algı var çok varoluşsal bir korkuya dokunan. Laikler ve dindarları en çok birleştiren korku bu sanırım. Son günlerde Afrin Operasyonu’nda da bunu çok yakından gözlemleme fırsatımız oldu. İlginç ama şaşırtmayan bir şekilde, laikler, dindarlar, milliyetçiler, liberaller ve hatta solculardan oluşan geniş bir kesim operasyona destek veriyor. Çünkü, dediğim gibi, çok varoluşsal bir korkuya dokunuyor operasyon. ‘Sevr Sendromu’muzu kaşıyor bir şekilde. Bu anlamda baktığımızda, 2019 başkanlık seçimlerinde bu korkunun sıkça kullanılmasını bekleyebiliriz. İlginç bir şekilde Türkiye’de insanlar tehlike anında birleşiyorlar ve normalde kanlı bıçaklı olan insanlar inanılmaz bir dayanışma örneği sergileyebiliyor. Deprem, 15 Temmuz başarısız darbe girişimi ve son zamanlarda ise Afrin Operasyonu örnek olarak gösterilebilir. Aslında yapıcı şekilde kullanılsa bu kutuplaşmayı aşmak ve sosyal uyumu sağlamak için kullanılabilir ama maalesef çok kısa süreli oluyor. Örneğin, 15 Temmuz sonrası oluşan ‘Yenikapı Ruhu’ dedikleri birlik atmosferi çok kısa süreli oldu ve siyasiler tarafından olumlu anlamda değerlendirilmedi.  HDP Yenikapı’ya gitmedi veya çağırılmadı. Bu konuda bile kutuplaşma var. HDP davet etmediler diyor, hükümete yakın kimseler ise ‘biz çağırdık, onlar gelmedi’ diyor.

 

Bizim yaptığımız çalışmada öne çıkan şeylerden biri de son yıllarda son fazla seçim/referandum olduğu ve seçimlerin de kutuplaşmayı arttırdığı. Özellikle referandumlar demokrasiyi ‘evet-hayır’a indirgiyor ve kaybeden tarafın ezilmesini meşrulaştıran araçlara dönüşüyor. Bizim proje kapsamında görüştüğümüz birçok kişi 16 Nisan referandumunun 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ve olağanüstü hal sürerken yapılmasını kutuplaşmayı arttıran bir etken olarak tanımlamıştır.

 

Araştırmalar  toplumun sadece kendilerine benzer olanlarla ya da aynı siyasi düşüncede olanlarla diyaloğa girdiğini de ortaya koyuyor…

 

Evet, bu araştırma sonuçlarında dikkatimi çeken bir diğer nokta ise insanların, çocuklarının başka partilerden insanların çocuklarıyla oynamalarını istememeleri. Kanımca bunun sebebi toplumun siyasallaşmasından ziyade partilerin artan oranda yaşam tarzlarını temsil etmesi. ‘CHP’nin yaptığı çoğu şeyi onaylamıyorum ama en azından laik’ veya ‘Ak Parti’nin yaptığı çoğu şeyi onaylamıyorum ama en azından Müslüman’ gibi bir algı hakim. Bu durum biraz da partilerin işine geliyor aslında çünkü o zaman sizden çok fazla bir hizmet beklenmiyor. Temsil ettiğiniz yaşam tarzı veya ideolojik duruşunuz üzerinden prim yapabiliyorsunuz.

 

Gündelik hayatta ortaklaşılan konu ise eşcinsel ve Suriyelilerin istenmemesi farklı grupların ‘öteki’ konusunda birleşmesini nasıl yorumlamalıyız?

 

Eşcinseller meselesi ilginç gerçekten de ve maalesef Türkiye’de bu konuda, bilgi eksikliğinin getirdiği, çok büyük bir önyargı var. Eşcinseller maalesef tarih boyunca ‘olağan öteki’ olmuşlardır. Çünkü geleneksel ataerkil düzeni tehdit eden unsurlar olarak görülmüşlerdir. Ataerkil düzenin devam etmesi için gerekli olan en önemli kurum ailedir ve eşcinsellik buna tehdit olarak görülür. Bu ayrı bir tartışma konusu ama bence buradaki temel sorun bilgi eksikliği. İnsanlar bu çağda eşcinselliği hala bulaşıcı hastalık gibi görebiliyor ve ‘çocuklarımızı kötü etkilerler’ gibi bir korkuları var. Ayrıca eşcinseller homojen bir grup olarak görülüp ötekileştiriliyor. Benzer bir yaklaşım Suriyeliler veya diğer mülteci gruplar için de geçerli. Burada bence empati eksikliği devreye giriyor. Mültecilerin ne kadar zor şartlarda yaşam mücadelesi verdikleri ortada ama empati eksikliği var. Oysa ki bin sene önceye baktığımızda, aslında bir çoğumuz Anadolu’ya göçle gelmişiz. Anadolu tarihsel olarak hep göç yolları üzerinde olmuştur, her zaman göç almıştır ve almaya da devam edecektir. Önümüzdeki süreçte dünyadaki doğal kaynakların tükenmesi, iklim değişikliği ve savaşların artmasıyla birlikte ben bunun daha da artacağı kanaatindeyim. Yani reddederek kolaya kaçmak yerine, kabul ederek kalıcı çözüm yolları aramalıyız. Ama yine de, Suriyeliler konusunda ben Türkiye’nin diğer pek çok ülkeye göre iyi bir sınav verdiğini düşünüyorum. Az değil, dört milyona yakın Suriyeli‘ye ev sahipliği yapıyor Türkiye.

 

“Konfor alanımızdan biraz çıkıp, elimizi taşın altına koysak çok daha mutlu ve refah dolu bir hayatımız olacak belki ama insanlar bunu göremiyorlar sanırım. Gündelik konforumuz, uzun vadede edinebileceğimiz çok daha büyük konfora ağır basıyor. Çözüm yöntemi ise, diyalog ve empati kurabilmekten geçiyor aslında.”

 

Çatışma çözümü, toplumsal müzakereler ancak çatışma durumlarında mı devreye giriyor böyle kutuplaşmış bölünmüş toplum için müzakere yöntemleri var mıdır?

 

Tabi ki var ve şunu da söyleyebiliriz ki, her şeye rağmen, Türkiye emsallerine göre yine de iyi durumda. 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında darbecilerin Türkiye’de artan kutuplaşmadan cesaret aldıklarından bahsedildi pek çok kez. Evet Türkiye’de artan bir kutuplaşma var ama, az önce de belirttiğim gibi, Türkiye’de insanlar kriz anlarında yakınlaşırlar ve kırgınlıklarını bir kenara bırakırlar. Anket çalışmalarında da ‘Sizce Türkiye bölünme tehlikesi altında mı?’ sorusuna çoğunluk ‘Hayır’ cevabı vermiş. Bunda 15 Temmuz’un rolünün büyük olduğunu düşünüyorum. İnsanların darbeye karşı güçlü duruş sergileyebilmiş olması toplumu cesaretlendirdi. Türkiye’nin kolay kolay bölünemeyeceği mesajı güç kazandı. Aslında Kürt meselesine baktığımızda da karşımızda otuz yıldır süren bir çatışma var ama hiçbir zaman geniş ölçekli bir iç savaş çıkmamış. Yani aslında, kavgacı bir toplum gibi görünsek de, krizleri fazlaca, belki de konforumuzu bozacak kadar, tırmandırmıyoruz. Ama bir yandan da sürüncemede bırakıyoruz. Aslında konfor alanımızdan biraz çıkıp, elimizi taşın altına koysak çok daha mutlu ve refah dolu bir hayatımız olacak belki ama insanlar bunu göremiyorlar sanırım. Gündelik konforumuz, uzun vadede edinebileceğimiz çok daha büyük konfora ağır basıyor. Çözüm yöntemi ise, diyalog ve empati kurabilmekten geçiyor aslında. Halihazırda süregiden çalışmalar var. Örneğin biz de İstanbul Politikalar Merkezi olarak farklı kesimlerden kişileri bir araya getirdiğimiz bir çok çalıştay yaptık şu ana kadar. İnsanlar önce tedirgin oluyorlar ama konuşabildiklerini, anlaşabildiklerini görünce de çok mutlu oluyor.

 

Kutuplaşmanın önlenmesinde sivil toplum ve akademiye düşen görev nelerdir sizce?

 

Kutuplaşmayı aşmada sosyal uyumu sağlamaya yönelik çalışmalar çok önemli. Sosyal uyumu sağlamda ise, bireyin toplumla bağlantı içinde olabilmesi, diğer bireylere ve kurumlara olan güven, adalete olan güven, sosyal ağların güçlü olması, çeşitliliğin kabul görmesi, dayanışma/yardımlaşma ve katılımcılık gibi gereklilikler öne çıkıyor. Bunları sağlayamadığınızda sosyal uyum azalıyor ve kutuplaşma artıyor. OECD’nin “Bir Bakışta Toplum 2016” raporuna göre, Türkiye sosyal uyumda Avrupa ülkeleri arasında en son sırada yer alıyor. Yine rapor Türkiye’de sosyal dayanışma ve güvenin sanılanın aksine oldukça düşük olduğunu iddia ediyor. Biz şu an İnsani Gelişme Vakfı (İNGEV) ile birlikte Türkiye’de sosyal uyum üzerine kantitatif bir çalışma yapıyoruz. Bu çalışmanın sonuçlarını Mart ayı içinde paylaşıyor olacağız. O zaman bu konuda daha net konuşuyor olabileceğiz. Akademi olarak bizim üzerimize düşen görev Bilgi Üniversitesi ve Kadir Has Üniversitesi’nin de yaptığı gibi çalışmalar yapmak ve somut çözüm önerileri sunabilmek. Ayrıca, daha önce de belirttiğim gibi, İPM olarak farklı kesimleri tarafsız platformlarda bir araya getirerek diyaloğu arttırmaya yönelik de çalışmalar yapıyoruz.

 

Somut öneriler olarak şunlar söylenebilir:

– Sosyal uyum üzerine yapılan çalışmalar gösteriyor ki bağ kurmak çok önemli. Avrupa Birliği’nde 27 ülkede yapılan bir çalışmaya göre, sosyal uyum refah düzeyi yüksek ülkelerde daha fazla. Ancak bunun sebebi salt alım gücünden ziyade, parayla ne yaptığınızla ilgili. İlginç şekilde, para bireyler arasında birliktelik ve dayanışma sağlamak için kullanıldığı sürece mutluluk getiriyor. Yani sosyal ilişkiler ve insanlar arasındaki bağlar güçlü olduğu sürece mutluluk oluyor. Dolayısıyla, kutuplaşmayı aşmak ve sosyal uyumu sağlayabilmek için kaynaklar bu yönde kullanılmalı.

 

– Mevcut siyasi kültürün değişmesi çok büyük önem taşıyor. Karşılıklı anlayış ve farklılıklara saygı gösteren bir siyasi kültür kutuplaşmayı aşmada en temel unsurlardan biri.

 

– Toplumun daha geniş kesimlerine güven aşılamak için eşitlik ve demokrasi ilkelerine dayandırılan politikalar benimsenmeli; özgür ve açık diyalog kanalları geliştirilmeli.

 

– Diyalog kanalları geliştirmek, birlikte yaşama kültürünü ve uzlaşmayı desteklemek için popüler kültür, sanat, spor, tanınmış kişiler ve kanaat önderlerinden yararlanılabilir.

 

– Medyaya da bu anlamda büyük rol düşüyor. Medya etik davranmalı, toplumun menfaatlerini koruma sorumluluğunu taşıdığının bilinciyle kullandığı dile dikkat etmeli.

Kutuplaşmayı aşmada sosyal medya da etkin bir mecra olarak kullanılabilir. Sosyal medyanın yaptığı şey ‘aracısız medya’ yaratmak oldu. Artık insanlar bir aracı olmadan düşüncelerini paylaşabiliyor ve bu dünyadaki pek çok otoriteyi rahatsız ediyor. Kısıtlama getirilmeye çalışılıyor. Sosyal medya sayesinde kamusal alan artık sadece burjuvanın ve ideal vatandaşın değil; ötekinin de söz hakkı var. Tarihsel olarak baktığımızda krizler, savaşlar, devrimler gibi kritik dönemeçler proletaryan kamusal alanların oluşumunu tetiklemiştir. Arap Baharı, Occupy Walstreet hareketi gibi son yılların kritik olayları sosyal medyanın kullanımının tavan yaptığı dönemler olmuştur. Sosyal medya birleştirici bir güç haline gelmiştir. Yani kısıtlamak yerine olumlu alan açıldığında kutuplaşmayı azaltıcı bir araç olabiliyor. 15 Temmuz’dan Yenikapı mitingine kadarki süreçte Türkiye’de cep telefonlarının ücretsiz kullanılmasına dair yapılan kampanyalar bunun en iyi göstergesi aslında. İktidarın işine geldiğinde bu alan genişletilebiliyor.

 

– Din de kutuplaşmayı aşmada önemli bir araç olarak kullanılabilir. Din, siyasi çıkarlara alet edilmek yerine, uzlaşı sağlama aracı olarak kullanılabilir. Bu anlamda Diyanet İşleri Başkanlığı gibi devlet kurumları toplumsal mutabakat sağlama konusunda sorumluluk üstlenmeli.

 

 

Emine Uçak

Üyelik Tarihi: 08 Eylül 2017
116 içerik
Yazarın Tüm Yazılarını Gör