Göç Alanı Genişliyor ancak Yeterince Bilgi Üretilmiyor

Sivil toplum, mağdurların kendilerini ifade ettikleri, mağduriyetlerini konu ettikleri, hafifletecek ya da giderecek yollar aradıkları bir alan. Etnik, dini, kültürel kimlik eksenli olanlardan demografik olanlara, ulaşım mağduriyetlerinden hizmetlere erişim mağduriyetlerine pek çok farklı mağduriyet hallerine rastlamak mümkün. Türkiye’nin mevcut koşullarında ortaya çıkan yeni bir mağduriyet konusunu ise üniversite kurumsallığı içinde araştırma yapmanın, bilgi üretmenin önündeki […]

Sivil toplum, mağdurların kendilerini ifade ettikleri, mağduriyetlerini konu ettikleri, hafifletecek ya da giderecek yollar aradıkları bir alan. Etnik, dini, kültürel kimlik eksenli olanlardan demografik olanlara, ulaşım mağduriyetlerinden hizmetlere erişim mağduriyetlerine pek çok farklı mağduriyet hallerine rastlamak mümkün. Türkiye’nin mevcut koşullarında ortaya çıkan yeni bir mağduriyet konusunu ise üniversite kurumsallığı içinde araştırma yapmanın, bilgi üretmenin önündeki engeller oluşturuyor. Bu engellerin en görünür olduğu konulardan biri de göç meselesi. Bir yanda Türkiye’ye yönelen mülteci göçleri, diğer yanda Türkiye’den Batı’ya yönelen yaşam tarzı göçleri, konuyu hem çeşitlendiriyor hem de önemli bir bilgi ve araştırma açığı ortaya çıkarıyor. Göç Araştırmaları Derneği bu açığı kapatmaya aday kuruluşlardan biri.

Kendilerini, “göç alanında çalışmalar yapmak, bu alanda farklı disiplinler tarafından yapılan çalışmaların içinde yer almak, göç araştırma ve araştırmacılarını desteklemek, çalışmalarda üretilen bilgilerin yaygınlaştırılmasına katkıda bulunmak, göçe ilişkin konularda çalışanlar arasında mesleki dayanışma, iletişim, işbirliği ve etkileşimi sağlamak” amacında bir STK olarak tanıtıyorlar.

Göç Araştırmaları Derneği kurucuları ile derneği, derneği ortaya çıkaran şartları ve hedeflerini konuştuk.

 

MAÇ: İlk sorum şu: Bir sivil toplum kuruluşu ortaya çıkarken bir tür boşluk analizi yapar. Yani kendi meselesiyle ilgili, alanında bir boşluk olduğunu düşünür ve o boşluğu doldurmak ister. Siz Göç Araştırmaları Derneğini kurarken Türkiye’de ne gibi bir boşluk olduğunu düşündünüz de bir araya geldiniz ve bir dernek oluşturdunuz?

 

Didem Danış: Son dönemde, özellikle Suriyelilerin gelişinden beri, sivil toplum göç alanı üzerinden genişledi. Özellikle insani yardım kuruluşları üzerinden. Ama bu genişlemeye rağmen çok ciddi bir bilgi eksikliği var. Hem kamuda hem de sivil alanda göçün bilgisi yeterince üretilmiyor. Akademik alanda da, Türkiye’de göç araştırmaları çok yeni bir alt disiplin. Orada da kolektif bir bilgi üretimi ve bilgi paylaşımı mecrası yok. İşte ana fikir buydu. Bilgiyi hem sivil alan yani sivil toplum kuruluşları için, hem politika yapıcı kamu için, hem de akademi için daha kolektif bir şekilde üretebilmenin yollarını aramak. İlk çıkış fikri buydu.

 

Besim Can Zırh: Ben de şöyle bir ek yapabilirim. Bu yeni bir fikir değil. 2008’de bu yönde bir adım atma girişimimiz olmuştu, dernek değil de bir blogla başladı bu. O zamanki “Göçebe Yazılardı”, Didem’in de içinde olduğu. Temel çıkış motivasyonumuz şöyleydi, hepimiz göç çalışan insanlarız ama memlekette o kadar bilinmiyordu ki göç meselesi. Mesela aslında Almanya’ya göç 40 yılı bulmuştu. Blog kolay bir ilişki kurabilme yolu olabilir mi demiş, göçün fotoğrafa, sinemaya, müziğe yansımalarına bakarız diye düşünmüştük. Suriyeliler meselesi hiç ortada yokken böyle ufak bir girişimimiz olmuştu. Suriye meselesi sonrasında Didem’in de söylediği gibi, bir aciliyete istinaden bir patlama yaşandı ve aslında bizim akademiden doğru baktığımız bilgi üretimi çok hızlı bir şekilde sektörleşti. O kadar hızlı bir şekilde sektörleşti ki böyle bir durup “nasıl bir süreç oluyor burada” sorusu çok fazla düşünülmedi. Bu dernek ne işe yarar, ne yaparsa işe yaramış olur, sivil toplum konusunda kendisini gerçekleştirir sorusunu soruyorum. Bence şunu yaparsa kendini gerçekleştirmiş olacak: Türkiye’de göç alanında sunulan hizmet, göç alanında yapılan araştırma, göç alanında üretilen politikanın bir meta anlatısını ve refleksif bir kritiğini yapmayı başarabilirse, bu sürecin alternatif bir tarihçesini tutmayı becerebilirse, bence en önemli katkısı bu olur.

 

Deniz Şenol Sert: Ben de bir şey ekleyeyim. Üretim sürecinin ilk sekteye uğraması akademide, göç konusunda oldu. Özelikle Suriyelilerle birlikte bir çoğumuza rektörlüklerden yazılar geldi. Suriyelilerle ilgili araştırmalarınız izne tabi tutulmuştur diye. Ama iznin nereden alınacağı nasıl alınacağı herhangi bir şekilde açıklanmadan. Yani istediğiniz gibi Suriyelilerle ilgili araştırma yapmaya başlayamazdınız. Akademide Suriyelilerle ilgili bilgi üretiminde bir bariyer oluşturdular ve nedense o bariyeri bazıları çok kolay aştı, bazıları o kadar kolay aşamadı. Kimi insanlar o izin sürecine daha kolay erişebildiler, kimi insanlar erişemediler. Ya da araştırma fonlarının dağılımında. Çünkü malum izin alamazsan fona da başvuramıyorsun vs. Bilgi üretim sürecindeki bu sekte de bizi hızlandırdı, bir araya gelmemizi sağladı.

 

Didem Danış: O aşamada 15-20 kişi kadar göç çalışan akademisyenler olarak bir göç araştırmacıları platformu kurduk. Dernekten önce tamamen enformel bir birliktelik olarak yapılmış bir girişimdi. O dönemde bu yasak üzerine bayağı bir kafa yorduk, çünkü sadece yasak değil, bir de gizli bir yasaktı. İçişleri bakanlığı üzerinden rektörlüklere gelen bu gizli yazı medyaya yansıyıp görünür olunca, tartışmaya başladık. Bu alanda çalışan araştırmacılar olarak, neredeyse 12 Eylül’de bile görülmemiş böyle bir kontrolü nasıl aşacağız diye düşünmeye başladık. Yani derneğin ciddi bir anlamda bir geçmişi var; bir anda dernek kurma fikriyle ortaya çıkmadık.

 

MAÇ: Bu söyledikleriniz burayı bir akademik enstitü gibi konumlandırıyor. Yani esas meselesi bilgi üretmek, bilgi üretimini desteklemek, bilgi üretim süreci önündeki bariyerleri aşmak ya da oradaki yansımaları sağlamak, onu tartışmak, düşünmek gibi duruyor. Amaçlarınıza baktığımda bir tarafında da kamuoyunda farkındalık yaratmak diyorsunuz. Yani bilgi üretmek sizi daha uzman kılarken, farkındalık yaratma sizi daha savunucu kılıyor. Burada bir gerilim var mı uzmanlık ve savunuculuk arasında?

 

Besim Can Zırh: Ben çok gerilim görmüyorum. Bizim asli mesleki kişiliğimizin, şahsiyetimizin kurulduğu yer akademi. Biz akademisyeniz. Yaptığımız iş bu. Kendimizi akademinin neresinde görürüz ayrı bir soru. Ama bence bilginin üretimine dair böylesi bir refleksif müdahale veya nasıl üretildiğine dair bir söz söyleyebilmek aslında o üretilen bilginin topluma nasıl yansıyacağına, interdisipliner alanda nasıl kullanılacağına dair bir müdahale. “Suriyelilerden korkmayın çünkü ekonomimize çok büyük katkıları olacak” demek de mesela bilgiye dayanıyor. Ama bu bilginin nasıl söylemleştiği noktasında, o geçişte bence bir gerilim var. Oraya müdahalenin kendisi bile aslında hayatta bir şeye müdahale potansiyeli içeriyor. Yani böyle bir akademik enstitüleşmede ben henüz o gerilimi görmediğimi söylüyorum ama diğer eksene dair açabiliriz.

 

Polat Alpman: Uzmanlıkla savunuculuk arasında zaten zannettiğimiz kadar makas yok. Özellikle Türkiye’de alanını koruman da oradaki mücadelen kadar. Ne kadar mücadele veriyorsan, o alanda ne kadar farkındalık yaratıyorsan, ne kadar savunuculuğunu yapabiliyorsan bu konunun, uzmanlığını da o kadar sürdürebiliyorsun. Bizim en ciddi sorunlarımızdan biridir bu Türkiye’de. Akademi içerisinde yer alanlar kendi alanlarını koruyamazlar. Bu konuda atomize olurlar. Sanki bu alanın hiç üyesi değilmiş gibi davranırlar. Belki derneğin bu anlamda en önemli katkısı bu alanda çalışanları ikisini oturtabilecekleri bir zemin oluşturması olabilir.

 

Didem Danış: Bir de, sağlıklı bilgi olmadan savunuculuk yapamazsın. O çok net. Türkiye’de Suriyeli mültecilerin gelişi sonrasında çok hızlı bir genişleme olsa da yeterli ve eleştirel bilgi üretilmedi. Yani bilgi üretilme sürecinin kolektif, eleştirel ve araştırmaya dayanan şekilde yapılması bence zaten başlı başına savunuculuk. Özelikle Türkiye’nin mevcut koşulları içerisinde.

 

MAÇ: Akademinin bilgi üretme motivasyonunda zorunlu olarak savunuculuğun olmadığını görüyoruz. Yani onun bir politikaya, öneriye, stratejiye dönüşmesi gerekmiyor. Sivil toplumun bilgi üretme motivasyonun arkasındaysa akademiden farklı olarak o bilgiyi politikayı, kararları ve kanaatleri etkilemek için enstrüman olarak kullanma ihtiyacı var genellikle. Siz Türkiye sivil toplumunda göç meselesinde bilgiye dayanmayan bir savunuculuk olduğunu görmüş olabilirsiniz. O açığı görmüş olabilirsiniz. Ben biraz onu merak ederek sordum. Direksiyonu en çok nereye kıracaksınız, yani hangi önceliğe? Türkiye’de göç meselesinde çalışan sivil toplum kuruluşlarının ve akademinin bilgi açığını mı kapatacaksınız yoksa ürettiğiniz bilgiyi kamu yönetimi ile müzakerede bir araç olarak mı kullanacak mısınız?

 

Deniz Şenol Sert: İdeal bir sistemde çok haklısın ama tabi şöyle de bir şey var bir yanda kamuya erişimi olan bir sivil toplum var, öbür yanda kamuya erişimi olamayan bir sivil toplum var. Biz şu an çok yeni bir derneğiz tam neresinde duruyoruz çok emin değilim ama. Biz belki de kamu derken etkimizi devlete yöneltmedik, sanki biraz daha böyle kamusal alanda görünür olmak. Mesela bizim etkinliklerimize, eğitim ve Suriyeliler üzerine bir etkinlik yaptığımız zaman o bölgedeki öğretmenler de geliyor ve onlar da dinliyor. Farkındalık oluşturmayı ya da savunuculuk yapmayı belki de devlet düzeyinde değil de, biraz daha böyle sivil tarafında ele alıyoruz.

 

Didem Danış: Yani kamunun sivil tarafında. Deniz’in dediği gibi, ideal bir dünyada istiyoruz ki sivil toplum kuruluşları olarak politika yapma süreçlerine katkıda bulunalım ama mevcut durumda kamu her zaman erişilebilir olmuyor. Ama bizim yaptığımız işlerde gördüğümüz, kamu çalışanlarının, yani kamunun sivil üyelerinin bu bilgi üretiminden etkilenerek bir şeyler yapması. Toplantılarımıza öğretmenler geliyor, Göç İdaresi’nde çalışanlar geliyor. Dolayısıyla onların da yaptığı iş üzerinden daha kapsamlı şekilde düşünme, başka sorular sorabilme imkânı oluşmuş oluyor. Bir yandan da, dernek olarak çok genciz. Kurulalı henüz 4 ay oldu. Bugün Türkiye’deki kutuplaşma, devletin pek çok alanı monopolize etmesi gibi gelişmelere rağmen, bir iki sene sonra ürettiğimiz sesin bir ağırlığı olacağı için ister istemez bir şekilde kaale alınacağını düşünüyorum.

 

Gülay Uğur Göksel: Gelecekte yapmak istediklerimizden biri de göç üzerine çalışan sivil toplum kuruluşlarına bilgi sağlama, göçmenlerle çalışmalarında standart getirme konusunda bir toplantı hazırlanması. Haziran başı için planladığımız, entegrasyon konulu bu etkinlik halihazırda başlanılmış sosyal uyum projelerinin Suriyeli mültecilerle ev sahibi toplum üzerindeki etkilerini analiz etmek, bu konuda bilgi ve deneyim paylaşmak üzerine kurgulandı. Göç konusuyla ilgilenen STK’ların da son dönemlerde üzerinde oldukça durduğu, popülerleşmiş kavramlardan biri sosyal uyum. Popüler olduğu gibi fonlanan da bir şey. Ama bu hizmetlerin, programların içeriğine ve nasıl dizayn edildiğine baktığımızda, belli bir standarda bakılmadan, genelde ezbere yapılan birtakım uygulamalar görüyoruz. STK çalışanları oldukça bilgili bu konuda ama aynı zamanda da sosyal uyum kavramının çok soyut olması dolayısıyla bir kaybolmuşluk da var. Haziranda yapmayı planladığımız entegrasyon panelleri ve çalıştayı ile birlikte entegrasyon hizmetlerinde bir standart el kitabı çıkarmayı planlıyoruz. Bu standartları STK’lar, uzmanlar ve alanda çalışanlarla birlikte yazacağız. STK’ların bu konudaki çalışmaları yalnızca geçici koruma altındaki Suriyeli mültecilerin enetgrasyonunu  hedeflemekte ve diğer göçmenler tamamen programların dışında bırakılmış durumda. Şu anda, altyapısı hazır uygulanmak üzere olan, Suriyeli göçmenlerin Türkiye toplumuna sosyal uyumu üzerine kurgulanmış dış kaynaklarla fonlanan birçok program var. Ama sorduğunuzda peki bu sosyal uyumu neye göre tanımladınız, niçin bu uygulamada bu sayıda Suriyeli olması gerektiğini düşündünüz diye, verilen cevaplar yerleşmiş etik standartlar üzerinden değil. Bu sosyal uyum hizmetlerinde standart el kitabının, bu tarz programlar için bir altyapı sağlayacağını ümit ediyoruz. Aynı zamanda da bu programların tanıtımı ve iletişimi için bir websitesi kurulmasını planlıyoruz.

 

MAÇ: Sivil toplum alanında çalışmalara baktığımızda hep şöyle bir şey görüyoruz. Kendi toplumsal profiline uygun olanlar birbirleriyle daha çok konuşuyorlar. Farklılıkları aynı masanın etrafında toplamakta güçlük çekiyor sivil toplum kuruluşları. Mesela daha seküler bir çevre kuruluşu İslami bir çevre kuruluşunu aynı masaya getiremiyor. Göç ise, burada hepsinin daha ortak bir meselesi gibi duruyor. Sizin buna dönük bir tedbiriniz olacak mı?

 

Didem Danış: İki türlü bir buluşmadan söz ediyoruz. Bir yandan akademik bilgiyle sivil toplum alanının buluşması, ikincisi de demin söylediğim gibi birbirinden habersiz veya kopuk aynı alanda çalışan sivil toplum kuruluşlarının bizim gibi akademik olduğu için dışarlılıklı olan, bir dernek aracılığıyla bir araya gelmesinden doğan bir buluşma. Mevcut dönemin en büyük olumsuz tarafının bu kutuplaşma ve ayrışma olduğunu, yapılacak en büyük katkının da bir araya gelebilmek olduğunu düşünüyorum. Yani göç öyle bir alan ki, bütün siyasi pozisyonlardan vs. bağımsız olarak üzerine beraber, kolektif bir şekilde düşünebileceğiniz bir alan. Haziran’daki bu sosyal uyum/entegrasyon konferansı da bu anlamda önemli bir buluşma imkanı sunacak.

 

Gülay Uğur Göksel: Karşıtlık üzerinden değil çok yönlülük üzerinden ilerleyerek herkesi bir masa etrafında buluşturabilmek hedef. Ben Kanada’da bir alan çalışması yaptığım için biliyorum, bunların örnekleri çok var. Hani bu STK’ların bir araya gelmesi ve kendi programlarını değerlendirmesi için önemli bir kaynak oluşturabilir. Böyle hayal edilmiş bir proje o el kitabı mesela. Birebir bu tarz değil ama farkındalık yaratmak aslında herhalde buradaki esas amaç.

 

MAÇ: Farkındalıktaki hedefiniz kimdir tam olarak, yani hangi toplumsal kesimleri hedefliyorsunuz, farkındalıktan tam olarak kastınız nedir?

 

Didem Danış: Üç tane grup var; akademisyenler bir grup. Ama akademisyenlerin içine öğrencileri de katıyorum. Aslında henüz çokta yerleşikleşmiş bir alt disiplin olmadığı için yeterli akademik desteği alamadan yüksek lisans doktora tezi yazan, konu ile ilgilenen ama yolunu bulamayanlara destek vermek. İkincisi sivil toplum alanında çalışanlarda farkındalık yaratmak. Çünkü sivil toplum alanında çalışanlar, özelikle insani yardım kuruluşlarındakiler, çok o ana kilitleniyorlar. Yani yapmaları gereken bir iş var onu yapıyorlar ama aslında mevzunun pek çok boyutundan yeterince haberdar olmayabiliyorlar. Orada da bir farkındalık yaratmak önemli. Kamu bir diğer hedefimiz. Ben, kamu konusunda illa ki kurumun kendisine değil ama kurumun çalışanlarına erişmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. En basitinden, bir facebook sayfamız var göç araştırmacıları platformu diye, onun içinde Göç İdaresi Genel Müdürlüğünün memurları da var, göç konusuyla ilgili öğretmenler ve sağlıkçılar da var. Onların orada gördükleri haberler, orada paylaşılan duyurular, okuma önerileri vs. onların da aslında mevzuya dair başka türlü bir farkındalık edinmelerini sağlıyor. Dolasıyla bu tamamen bizim kontrolümüzde planlanmış, kesilmiş biçilmiş bir şey değil. Her türlü mecrayı kullanarak, bir yandan akademik iş yapma şekillerini, bir yandan da sosyal medya gibi daha yeni tarz mecraları kullanarak daha geniş bir kesimde farkındalık yaratmayı amaçlıyoruz.

 

MAÇ: Başka STK’lara sorduğumda da kamuya erişememe ya da kamuya erişmenin zorluklarına dair yanıtlar alıyorum. Buna karşın kamu yöneticilerinin kendi alanlarını izlediklerini görüyoruz. Referanslı olmasa da çalışmalarına, metinlerine giren sivil toplum çalışmaları var. Mesela Green Peace GDO regülasyonlarının tamamını etkiledi ama hiçbirinde referans görmedik.

 

Deniz Şenol Sert: Göçte bence zaten kesinlikle öyle bir şey oldu. Türkiye’nin ilk Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu 2013 yılında ortaya çıktı. Çoğu insan bu kanunun ortaya çıkış nedenini Suriyelilerin gelişi olduğunu düşünse de aslında öncesinde tamamen Avrupa Birliği müktesebatına uyum surecinde, Türkiye şartları için oldukça şeffaf bir sürecin sonunda ortaya çıktı. Akademisyenler, sivil toplum kuruluşları kanunun yazım aşamasında birebir etkili oldular. O dönem, hakikaten bizim için liberal bir dönemdi diyebiliriz. Orada ister istemez böyle bir tanışıklık oldu, kamu ile akademisyenler arasında. Onlar bizim kim olduğumuzu biliyor biz de onların kim olduğunu biliyoruz. Böyle bir durum var ve birbirimizi kesinlikle takip ediyoruz. Yani aslında bu kamuya erişim, temas yani, başlangıçta daha fazlaydı, zaman içerisinde, Türkiye’nin içinden geçtiği konjonktürde o kapılar bazı kesimlere, bazı kuruluşlara daha fazla kapandı ve bazılarına daha fazla açıldı. Yoksa öncesinde çok daha açıktı. Dolayısıyla zaten bir temas var onu da hani biz böyle belki de örtük, yani biraz daha alttan bir şekilde devam ettiriyoruz.

 

MAÇ: Son dönemde sivil toplum dünyasına baktığımızda şunu görüyoruz; geçmişte STK’lar daha performanslarına odaklanan düşünme biçimine sahipken, yani bu sene beş etkinlik yapacağım, beş bin kişiyi eğiteceğim, 20 seminer yapacağım gibi performansa odaklanan bir düşünme biçimine sahipken şimdi etki odaklı bir yaklaşımı keşfediyorlar. Yani ben bunu yapacağım da ne işe yarayacak diye soruyorlar. Sizin bu hedeflediğiniz üç kategori – akademisyenler, STK çalışanları ve kamu görevlileri – buradaki etkileri nasıl göreceksiniz? Bu etkiyi hangi parametreler gösterecek ve nasıl analiz edeceksiniz?

 

Deniz Şenol Sert: Bizim de uzun süre üzerinde, kendi aramızda konuştuğumuz bir şeydi. Yavaş yavaş başladık da. Didem asistanıyla beraber son dönemde Türkiye’de göç alanında çıkmış tezleri taradı, bunu bültende yayınladık. Bundan sonraki süreci de onun üzerinden izleyerek devam edersek, en azından akademik alanda nerede olduğumuzu gösterecek bir ölçüt olabilir bir noktada.

 

Didem Danış: Şimdilik özellikle sosyal uyum alanında çalışan sivil toplum kuruluşlarının yaptığı projelerin etki analizini yapmak istiyoruz. Ama birinci yılı tamamladıktan sonra kendi üzerimize de bir etki analizi yapmak güzel olur.

 

Gülay Uğur Göksel: Daha önce bahsettiğimiz sosyal uyum çalıştayının bir çıktısı olarak Sosyal Uyum Şampiyonları ismini vermeyi planladığımız yıllık bir etkinlik düzenlemek istiyoruz. Bu etkinlikte, sosyal uyum programları yapan STK’ların hizmetleri hakkında posterler hazırladığı, bir araya geldikleri, tecrübelerini paylaştıkları bir web sitesi ve her sene buluşacakları bir platform oluşturmak istiyoruz. Bu yıllık etkinlikler, sosyal uyum programlarının süreçte geçireceği değişimi izlemek ve bizim farkındalık yaratmak istediğimiz konularda bu programlar üzerinde ne kadar etki yarattığımızı görebilmek için önemli fırsatlar yaratacaktır.

 

Deniz Şenol Sert: Aslında şu an alanda çalışanlara etki analizi yapmanın önemini anlatabilsek bile çok önemli bir katkı olur. Çünkü biliyoruz ki, özellikle göç alanında şöyle bir şey var: Aynı donör iki kuruluşa sosyal merkez açması için para veriyor ama iki kuruluş arasındaki mesafe iki kilometre. Bunu bir düşünmelerini sağlamak lazım. Ben iki gündür Ankara’daydım, herkes aynı şeyi söylüyor. Elinde iki üç tane işte girişimcilik, bilgisayar yazılımı vs. sertifikası olan Suriyeliler var ama o sertifikaları aldıktan sonra bu insanlara ne oluyor, bu eğitimi verenler ölçmüyor. Yani en azından ölçmenin önemli olduğunu hem o eğitimi veren hem o eğitimi alan, işte politika uygulayıcıları için önemli olduğu fikrini bile aşılayabilsek, o bile önemli. Çünkü bizde etki analizi zaten konuşulan bir şey değil.

 

MAÇ: Peki odağınızda Suriyeliler mi var esas olarak?

 

Didem Danış: Sadece Suriyeliler değil, tüm göçmen ve mülteciler var. Suriyeli mülteciler üzerine olan çalışmaların her türlü akademi ve sivil toplum alanını domine etmesinden biz de rahatsızız çünkü göçmen ve mülteci dediğimizde sadece Suriyeliler yok. Biz diğer gruplara, o unutulan gruplara da dikkat çekmek istiyoruz. Mesela Şubat ayında bir yüksek lisans atölyesi yapacağız. “Göçün diğer yüzü: Afgan Göçmenler ve Mülteciler” başlıklı.

 

Deniz Şenol Sert: Zaten derneğin kurucularına baktığımız zaman, biz bir Suriyeli tren vagonuna bindik de bu işe başladık gibi bir durum olmadığını görürsünüz. Sonuçta biz 10-15 senedir göçle ilgilenen insanlar olduğumuz için göçü sadece Suriyeliler üzerinden tanımlamıyoruz. Bir de unutmamak lazım ki, bunu bugün Suriyeliler üzerinden konuşuyor olabiliriz ama Türkiye sonuçta coğrafi konumundan dolayı ileride başka grupları da alabilir. 10 sene sonra başka grupları konuşmayacağımızın garantisini kimse veremez.

 

MAÇ: Peki son bir sorum daha var. Hepiniz akademisyensiniz. Bu meselenin sahadaki doğrudan temsilcisi olan özneler derneğin içerisinde yer alıyorlar mı, alacaklar mı? Yani göçmen kimliğine sahip olanlar?

 

Didem Danış: Olacağını umuyoruz. Genelde göçmenler arasında, özellikle Suriyeli ve diğer mülteci grupları düşündüğümüzde sosyal bilim formasyonu olan çok az sayıda insan var. Ama yeni yeni onlarla da bir şekilde irtibata geçmeye başladık. Mesela, araştırma yapmak isteyen bazı genç mültecilerin hem akademik formasyonlarına destek vermeyi, hem de istedikleri araştırmaları bizim derneğin çatısı altında yürütmelerine yardımcı olmayı istiyoruz.

 

MAÇ: Son olarak eklemek istedikleriniz var mı?

 

Besim Can Zırh: Uzmanlık ve savunuculuk arasında bir ayrışma görüyor musunuz sorusuna dönmek istiyorum. Mesela bugün konuşuyorduk, nasıl göçe dair bilgi üretimini destekleyebiliriz gibi. Bence bunun en önemli akslarından biri kullanılan dilde olur. Grubun çevresinde yapılan metinlerde dili doğru metinler üretilebilirse bu alanda çalışan akademisyenler de olsun, sivil toplum da olsun, öğretmen olsun, kişisel merakı olsun, o insanların da konuya dair konuşmaları gerektiğinde farklı bir dil olduğunu bilmelerini sağlaması bence uzun vadede önemli bir etki yaratır, eğer o dili kurumsallaştırabilirsek.

 

Didem Danış: Derneğin multidisipliner bir kurum olması başlı başına bir zenginlik bence. Multidisipliner derken de akademik anlamda çok disiplinli değil, farklı alanları bir araya getirmesinden bahsediyorum: kamu kurumları, sivil toplum, bilgi üreten akademik çevre ve daha ötesini bir araya getirmek. Bu anlamda bizim yapmaya çalıştığımız, göç konusunun ötesinde Türkiye’nin şu anda muazzam ihtiyaç duyduğu bir şey. Aşırı kutuplaşmış bu dünyada, aynı konuda belli bir düzeyde bir dil tutturarak beraberce konuşabilmek, soru sormak, verdiğimiz cevaplar farklı bile olsa bir konu üzerine birlikte düşünüp kafa yorabilmek şu fırtınalı dönemde çok önemli. O noktadan sonra, kamu kurumunun bizim derneği kaale alması veya almaması çok da önemli değil. Bir de, hepimiz üniversitelerde çalışan akademisyenler olarak biliyoruz ki zaten üniversitede eleştirel bilgi üretmenin neredeyse imkânı kalmamış durumda. Üniversitenin dışında böyle bir alan kurmamızın çok ciddi bir sivil boyutu olduğunun altını çizmek lazım. Çünkü üniversite artık eleştirel, bilimsel, nitelikli bilgi üretilen bir yer değil maalesef.

 

Mehmet Ali Çalışkan

Üyelik Tarihi: 16 Şubat 2016
17 içerik
Yazarın Tüm Yazılarını Gör