Medyadaki suretimiz: Nefret Söylemi

“Kendi kimliğinizi oraya koyduğunuzda rahatsızlık hissediyorsanız orada bir nefret söylemi vardır” Ayrımcılık suçu ve nefret söylemi Türkiye adalet sisteminde halen etkin bir biçimde cezalandırılmazken, nefret suçları ve cinayetleri adeta organize bir hal almış durumda. Röportajın gerçekleştirildiği hafta Ankara ve İstanbul’da LGBTİ eylemlilikleri yasaklanırken ve dahi  yasaklanması için sivil toplum örgütleri medya/ sosyal medya üzerinden kampanya […]

“Kendi kimliğinizi oraya koyduğunuzda rahatsızlık hissediyorsanız orada bir nefret söylemi vardır”

Ayrımcılık suçu ve nefret söylemi Türkiye adalet sisteminde halen etkin bir biçimde cezalandırılmazken, nefret suçları ve cinayetleri adeta organize bir hal almış durumda. Röportajın gerçekleştirildiği hafta Ankara ve İstanbul’da LGBTİ eylemlilikleri yasaklanırken ve dahi  yasaklanması için sivil toplum örgütleri medya/ sosyal medya üzerinden kampanya yaparken; Rasim Ozan Kütahyalı, Boşnaklara yönelik nefret söylemi ifadeleri nedeniyle çalıştığı kanaldan çıkarıldı; Acıbadem Hastanesi’nde birim müdürü olarak çalışan Öznur Ilgan ise, Irak Kürdistan Bölgel Yönetimi’ndeki Halepçe kentinde yaşanan 7.3 büyüklüğündeki depremin ardından yaptığı “Bırakın gebersinler” paylaşımı sonrasında işine son verildi. Son olarak da dün (12 Aralık 2017), ABD Başkanı Donald Trump’ın ülkesinin İsrail Büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıma kararı sonrası Yeni Şafak gazetesi yazarı İsmail Kılıçarslan köşesinden “Yahudilerin tehlikesiz bir insan topluluğuna dönüşmeleri” için “teolojilerinden, din anlayışlarından vazgeçmeleri” çağrısında bulundu. Türkiye’de bu gibi örnekleri bulmak zor değil, aslına bakılırsa nefret söylemi günlük hayatımızın rutin bir parçası, bu durumun hem aktörü hem de nesnesi olabiliyoruz.

Medyada ve sosyal medyada nefret söylemi hayatımızda bu kadar yer etmişken, ben de Sivil Sayfalar adına Hrant Dink Vakfı’nın çatısı altında faaliyet gösteren ve haftalık raporlarıyla medyada yer alan, etnik, ulusal ve dinî kimliklere karşı ayrımcı; cinsiyetçi, homofobik ve transfobik söylem içeren haberleri görünür kılan ‘Medyada Nefret Söyleminin İzlenmesi proje ekibine mikrofon uzattım. İki bölümde halinde yayınlanacak olan röportajda, proje danışmanı İdil Engindeniz, proje koordinatörü Gamze Tosun ve araştırma koordinatörü Funda Tekin ile öncelikle çalışma metotlarını, Türkiye medyasında nefret söylemini, aktörlerini ve gündelik hayata yansımalarını konuştuk. Yarın yayınlanacak bir sonraki bölümde ise sivil toplum kuruluşlarındaki nefret söylemini, nefret söylemi barındırmayan bir dili ve medyanın bu konudaki rolünü ele alacağız.

Öncelikle sizleri tanıyalım.

İdil : Galatasaray Üniversitesi iletişim Fakültesi Gazetecilik bölümünden mezunum. Daha sonra Fransa’da, Fransa-Türkiye arasında gazetecilerin oto-kontrol yöntemlerine dair karşılaştırmalı yüksek lisans tezi yaptım. Ardından Türkiye’de LGBTİ kamusal alanın doğuşuyla bağlantılı olarak Kaos GL üzerine doktora tezi hazırladım. Halen Galatasaray Üniversitesi’nde çalışıyorum. Toplumsal cinsiyet, gazetecilik, nefret söylemi ve kamusal alan çalıştığım konular arasında.

Funda: Bahçeşehir Üniversitesi Gazetecilik ve Siyaset Bilimi mezunuyum. Yaklaşık iki yıldır ‘Medyada Nefret Söyleminin İzlenmesi’ projesinde çalışıyorum.

Gamze: Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunuyum. Sabancı Üniversitesi kültürel çalışmalar programında yüksek lisans öğrencisiyim.  Projenin yeni koordinatörüyüm.

Ne zaman başladı proje?

Funda: Proje 2009 yılında başladı ve kesintisiz olarak devam ediyor.

Nasıl çalışıyorsunuz?

Medyada Nefret Söyleminin İzlenmesi’ projesi, araştırma koordinatörü Funda Tekin.

Funda: Belli bir anahtar kelime setimiz var. Yaklaşık 50 kadar kelimenin içinde Yahudi, Hristiyan, Ermeni, Müslüman, Suriyeli, kaçak göçmen vb. kelimeler var. Proje başladığında, bu kelimeler aracılığıyla daha fazla nefret söylemi üretildiği tespit edilmiş. Bu kelimeler medya takip ajansına gidiyor. O kelimelerin geçtiği bütün haberler bize geliyor ve biz de o haberleri gönüllülerle birlikte okuyarak, nefret söylemi var mı/yok mu karar veriyoruz. Daha sonra da bunları dört aylık raporlar haline getiriyoruz. Topladığımız metinlerin hem niteliksel hem de niceliksel analizlerini yaparak raporları paylaşıyoruz. Onun dışında günlük kısa taramalar yapıyor, onları sosyal medya üzerinden paylaşıp yaygınlaştırmaya çalışıyoruz. Şu anda sistematik olarak etnik, ulusal ve dini kimlikler odaklı izleme yapıyoruz, bunu söylemekte fayda var. Bunun dışında daha dar seçilmiş bir örneklem üzerinden de LGBTİ ve kadına yönelik nefret söylemlerini dahil ediyoruz. Ama bunu toplu bir veri ya da istatistiki bir değer olarak sunmuyor, sadece kısa niteliksel analizlerini yapıyoruz.

İdil senin burada rolün ne?

İdil: Ben de bir zamana kadar onlardan bana gelen yaklaşık 200-250 haberi okuyarak rapor yazıyordum. Şimdi daha çok ikircikli haberler üzerinden danışmanlık yapıyorum.

Funda: Karar veremediğimiz, karar vermesi daha güç olan vakaları İdil Hoca’ya danışarak ilerliyoruz.

Raporlarda çok “kadın” görmüyoruz…

İdil: Belli bir bölümümüz oldu. Ben başladıktan sonra kadın ve LGBTİ diye ikinci bir kısım yaptık.

Funda: Eskiden vardı. Şöyle anlatayım; 2013’ten itibaren kadın ve LGBTİ’lerle ilgili haberler de sistematik olarak taranmaya başlandı ama sonrasında, metodoloji başta etnik, ulusal ve ulusal dini kimlikler üzerine olduğu için o metodolojinin LGBTİ ve kadınlar için çok da sağlıklı olmadığına karar verdik.

“Nefret söylemi genişleyebilen ve bağlama göre değişebilen bir tanım.”

‘Kadın’ başlığı altında ayrı kategori açmak aydınlatıcı olabilirdi…

Funda: Ayrı bir çalışma yapmak, ayrı bir metodoloji geliştirmek gerekiyordu. Ayrıca, özellikle kadınlarla ilgili haberlerin getirdiği iş yükünün altından kalkmak kolay değil. Çünkü kadınla ilgili tarama yapmak için ‘kadın’ anahtar kelimesini kullanıyoruz. Kadınları hedef alan nefret söylemini tespit edebileceğimiz çok fazla kelime yok ve kadın anahtar kelimesiyle tarama yaptığımızda ‘kadın’ kelimesi geçen bütün haberleri okumamız gerekiyor. Şimdi kullandığımız kelime setiyle bile bir günün taraması ancak iki-üç günde tamamlanabiliyor. Bu yüzden kadınlar ve LGBTİ ile ilgili olan haberlerde, o sistematik kısımdan vazgeçtik. Raporlarda, ek olarak seçtiğimiz birkaç haberin analizine yer veriyoruz.

O halde başa dönersek; nefret söylemi nedir?

Funda: Nefret söylemi tanımı için en sık referans verilen kaynak Avrupa Konseyi. Nefret söyleminin tespitinde, 1997’de Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi tarafından kabul edilen tavsiye kararını esas alıyoruz. Bu kararda nefret söylemi kavramı “Irkçı nefret, yabancı düşmanlığı, Yahudi düşmanlığı veya azınlıklara, göçmenlere ve göçmen kökenli insanlara yönelik saldırgan, ulusalcılık ve etnik merkezcilik, ayrımcılık ve düşmanlık şeklinde ifadesini bulan, dinsel hoşgörüsüzlük dahil olmak üzere hoşgörüsüzlüğe dayalı başka nefret biçimlerini yayan, teşvik eden, savunan veya meşrulaştıran her tür ifade biçimini kapsayacak şekilde anlaşılacaktır” şeklinde tanımlanıyor.

İdil: Orada benim hoşuma giden, altını çizmek istediğim, hoşgörüsüzlüğe dayalı diğer nefret biçimleri. O yüzden nefret söylemi genişleyebilen ve bağlama göre değişebilen bir tanım.

Kaç tane ve hangi yayın organlarında nefret söylemlerini tarıyorsunuz?

Funda: Bütün ulusal gazeteleri ve medya takip ajansının üye olduğu 500 kadar yerel gazeteyi günlük olarak tarıyoruz. Ancak, metodolojik olarak bir sınırlama var. Hafta sonları hariç olarak okuma yapıyoruz, ayda aşağı yukarı 20-21 güne tekabül ediyor taradığımız günler. Bu yüzden de bütün nefret söylemlerini tespit ediyoruz gibi bir iddiamız yok, mesela gazete eklerini dâhil etmiyoruz. Sadece genel bir resim çizmeye çalışıyoruz.

Spor gazetelerine de bakıyor musunuz?

Funda: AMK vs. gibi spor gazetelerine de bakıyoruz. Nefret söylemi çok fazla çıkmıyor olsa bile tarama kapsamındalar.

“Koku üzerinden de nefret söylemi üretildiğini görebiliyoruz.”

Çok daha doğrudan bakıyorsunuz taranıyor zannediyordum. Öte yandan ‘Anahtar kelimeler var’ dediniz. ‘Ermeni’, ‘İsrail dölü’ kelimelerini kullanılmadan da nefret söyleminde bulunamaz mı?

İdil: Bulunabilir.

Dolayısıyla bu anahtar kelimelerle çalışmak ne derece sağlıklı? Asıl soruya dönersek, nefret söylemi sadece kabaca kötü söz ve hakaret midir?

Funda: O kelimelerin hiçbirini geçirmeden, ‘İsrail dölü’, ‘Ermeni dölü’ ya da sadece ‘Yahudi’ demeden de nefret söylemi üretilebiliyor. Zaten bütün nefret söylemlerini kapsıyoruz gibi bir iddiamız yok, hepsini tespit edebilmek oldukça zor.

En son İyi Parti’den bir vekil “Gözünü toprak doyursun” göndermesiyle antisemit söylemi bir kez daha “taçlandırdı”. Bu da, buradan çıkabilecek bir sonuç niteliğinde….

Funda: Genelde çoğunu yakalıyor olsak da tabii ki hepsini yakalayamıyoruz. Ama, ‘hain’, ‘terör’ gibi kelimeler de aslında anahtar kelime setinin içinde var. Böyle kelimeler aracılığıyla da gelen birçok haber oluyor. Şöyle bir örnek verebilirim; bir haberde/makalede tek bir sefer dahi Kürt demeden Kürtlere nefret söylemi yapılan, Kürtler hakkında duyduğumuz bütün kalıp yargıları tek tek sıralayan bir yazı vardı, bu yazı da ‘hain’ gibi kelimeler ile tespit edilebildi. Ya da şöyle diyebiliriz: Müslüman anahtar kelime olduğu için, Müslümanlığın karşısında konumlandırılan birçok kimlik de Müslüman kelimesinden dolayı zaten okunuyor ve tespit edilebiliyor.

İdil: Şunu da eklemek isterim. Genelde bir yazıda nefret söylemi varsa bu çok izole bir vaka olmuyor. Otomatiğe bağlanmış. Bir dolu etnik kimlik, ulusal kimlik olabiliyor yan yana.

Funda: Birbirine yapışkan diyebileceğimiz bir kelime topluluğu var.

İdil: Mesela Suriyeliler ilk başta, bir önceki anahtar kelime setinde yoktu. Başka ifadeler üzerinden karşımıza çıkıyordu. Suriyelilere yönelik nefret söylemi kendiliğinden bir kategori olarak oluştu… Sonra anahtar kelimeye eklendi. Öyle ilerledi. Bir yazıda genelde birden fazla gruba yönelik nefret söylemi oluyor. Bir de anahtar kelimelerde mesela bildiğim kadarıyla ‘İsrail dölü’ gibi bir sözcük yok. İsrail, Ermeni, Türk vs. gibi daha jenerik kelimeler var.

Güzellik çirkinlik bağlamında da bir nefret söylemi de olabilir. “Feministler çirkindir” gibi…

İdil: Ama şeyi yakalayabiliyoruz mesela. Koku üzerinden de nefret söylemi üretildiğini görebiliyoruz.

Pis kokmak gibi mi?

İdil: Tabi tabi. Hedeftekiler Araplar genelde. Maalesef o kadar rafine değil bu nefret söylemi mevzusu. Ayrımcı söylem biraz rafine olabilir. Bazen bizim de tereddütte kaldığımız durumlar olabiliyor. O yüzden ayrımcı söylemi içeren ikinci bir raporlama hazırlandı. İfade özgürlüğü de çok önemli bu nefret söylemi meselesinde. Kıta Avrupası daha bir sınır çizmeye çalışıyor, Amerikan geleneği daha geniş bırakıyor. Biz de içimize dokunan ama nefret söylemi olarak değerlendiremediğimiz kategoriler için ayrımcı söylem raporlarını oluşturduk.

“Belli gruplar hakkında kalıp yargıların yaratılması, o gruplar üzerindeki baskıyı artırıyor. Hedefteki gruplar sessizleşiyor ve demokratik alanın dışına itiliyor.”

Kabaca tarif edilirse ayrımcı ve nefret söylemi arasındaki fark nedir?

‘Medyada Nefret Söyleminin İzlenmesi’ projesi danışmanı İdil Engindeniz.

İdil: Mesela “Kadın, anne olduğu için öğretmenlik yapmak ona çok yakışıyor. Öğretmenlerin hepsi anne, kadın olmalı çünkü çocuk dilinden daha iyi anlıyor” gibi ifadeler. Bunu bir ayrımcı söylem olarak kullanabiliriz. Kadını tek bir kimliğe sıkıştırıyor. Öte yandan işte “Laikçi kadınlar imama saldırdı” gibi bir haber. Orada ‘laikçi’ kısmını atıyoruz ama kadınlar üzerinden şöyle devam ediyor haber. Bu somut bir haber. ‘Laikçi kokonalar’, ‘azgın kadınlar’, ‘saldırgan kadınlar’ vs. yaptı. Burada, olayın eleştirilmesinin ötesinde kadınlıkları üzerinden bir abartma, çarpıtma ya da hakaret söz konusu, dolayısıyla nefret söylemi kapsamına giren bir durum var.

Funda: Net bir örnek olarak, bir ‘terör eylemi’ diye nitelendirilebilecek bir eylemden sonra yapılan bir haberde “Üçü kadın dört terörist yakalandı” gibi bir ifade için ayrımcı söylem diyebiliriz. Nefret söylemi demek için yeterli değil. Ama bir kadının giyinişinin tecavüzü teşvik edebileceğiyle ilgili bir yazı nefret söylemi olarak değerlendirilebilir. Tecavüzün ve cinsel saldırının gerekçesi olarak kadınların giyinme biçimlerini yani bizzat kendilerini gösteren, tecavüzü ve şiddeti bir nevi gerekçelendirip meşrulaştıran örnekler var. Nefret söylemi çok daha keskin ve hedef gösteren, o düşmanlığı daha fazla hissedeceğiniz söylemler oluyor. Mesela “Suriyeli katil yakalandı” gibi haberleri de, aslında daha tehlikesiz görünse de nefret söylemi olarak değerlendiriyoruz. Bir kimliğin kendisini ön plana çıkararak, çok fazla vurgulayarak yapılan haberler bir süre sonra o kadar çok karşımıza çıkıyor ki, Suriyeli mültecileri düşünüldüğünde sanki hepsi ya da çoğu suça karışıyormuş gibi bir algı yaratılıyor.

İdil: Bir zamanların travesti ‘terörü’ haberleri gibi.

Funda: Orada aslında haber değerini katan şey doğrudan o kimlik olmamasına rağmen o kimliğin vurgulanarak haberleştirilmesi sorun. Benzer haberlerin, örneğin bir kimliği sürekli suçla ilişkilendiren haberlerin, sürekli çıkması o kimliğe karşı önyargıların güçlenmesine neden oluyor. Belli gruplar hakkında kalıp yargıların yaratılması, o gruplar üzerindeki baskıyı artırıyor. Hedefteki gruplar sessizleşiyor ve demokratik alanın dışına itiliyor.

Peki “Katilin Suriye’den geldiği ortaya çıktı” desek bir nefret söylemi oluyor mu?

İdil: Yönlendirici bir söylem. Bağlamdan kopuk olduğu zaman çok tehlikeli. Suriyeli biri katil olabilir, hırsız olabilir vs. Peki, Suriyeliler buraya isteyerek mi geldi? Ne şekilde geldi? Bunlar habercilikte çok da zor noktalar değil. Küçük kutularla arka bağlamı vermek önemli. O zaman şunu göreceksiniz: Çok kontrolsüz bir şekilde giriş yapıldı. Hakikaten çok parasız, çok perişanlar. Tamam tabii ki bu suça yöneltmemeli ama bunun bir arka planı var. Burada benim en sevdiğim ayrım noktası, bir haberin nefret söylemi olduğunu nasıl anlarsınız diye sorulursa benim yanıtım “Kendi kimliğinizi oraya koyduğunuzda rahatsızlık hissediyorsanız orada bir nefret söylemi vardır” olacaktır. “Türk katil yakalandı” gibi bir haber mesela. Almanya’da “Türk katil yakalandı”nın başka bir anlamı var. Başka ülkelerde de yine nefret söylemi olabilir ama belli bağlamlarda buna daha dikkat edilmesi gerekiyor çünkü gerçekten hayati tehlikeye yol açabiliyor.

Türkiye’de nefret söylemi hangi bağlamda kimler tarafından kimlerle karşılaşıyor?

Funda: Gündem çok etkili oluyor nefret söyleminde. Medya taramalarımızda ortaya çıkan raporlarda yılbaşı yaklaşırken Hıristiyanlara yönelik, 24 Nisan anmaları zamanındaysa Ermenilere yönelik oluyor. Onun dışında İsrail-Filistin arasında bir çatışma olduğunda Yahudilere yönelik oluyor. Şimdi artık yavaş yavaş bir-iki senedir Myanmar’daki olaylar nedeniyle Budistler hedef oluyor. Onun dışında bir örnek daha; mesela daha önce karşılaşmadığımız bir grup olan Almanlarla ilgili önceden çok fazla söylem yoktu, 2016’da Ermeni Soykırımı yasa tasarısı Almanya’da kabul edildi ve o bir ay boyunca nefret söyleminin çoğu Almanlara ve Ermenilere yönelikti. Bunun dışında, her zaman gündemle ilişkili olması gerekmiyor. Gündemden de bağımsız sürekli hedef olan gruplar var.

“Artık, kemikleşmiş hedef gruplar da sistematik olarak ‘düşman’ veya ‘tehdit’ olarak işaret edilen grupların ve bireylerin arkasındaki güç olarak kodlanıyor.

Onu sormak üzereydim. Sürekli/sabit bir nefret objesinden bahsedebilir miyiz Türkiye’de? Bağımsız olarak var olan yüzer gezer bir obje var mı?

İdil: Aslında bağımsız değil, günden güne ilişkili hiç değişmeyen gruplarımız var: Ermeniler ve Hristiyanlar. Ben mesela projeye ilk başladığımda Kürtlerin kesin ilk sırada çıkacağından oldukça emindim. Hayır, öyle olmadı. Dört bazen de beşinci sırada çıktı. Sayısal olarak da çok daha az.

Funda: Artık çok daha az, ağırlıklı olarak parti, örgüt ve kişiler hedef alınıyor son dönemlerde. Kemikleşmiş hedef gruplar da sistematik olarak ‘düşman’ veya ‘tehdit’ olarak işaret edilen grupların ve bireylerin arkasındaki güç olarak kodlanıyor.

İdil: Evet. Ermeniler, Yahudiler, Hristiyanlar genelde bunlar ilk üç sırayı paylaşıyor. Duruma göre yerleri değişiyor.

“Ulusal basındaki nefret söylemi daha çok algıyla, söylemle ilgiliyken yerelde daha fiili bir güce dönüşebiliyor.”

Funda: Son dönemde, yaz sonlarına doğru İsrail-Filistin olayları biraz daha kızıştığı dönemde Yahudiler birinci sırada çıktı, onun ardında Suriyeliler geldi. Suriyelilere yönelik nefret söylemi de çok fazla var. Artık belki de kemikleşme yolunda. Doğrudan bir gündemle ilişkili olması gerekmiyor, özellikle suç ile ilişkilendiren haberler o kadar çok ki, yerel gazetelerde çok fazla çıkıyor bu tür söylemler. Suriyeliler de artık ilk sıralarda.

İdil: İki şey söylemek istiyorum. Yerel basın şu açıdan çok önemli. Bazen mahalleden bahsediyorlar. Daha dar bir yere hitap ettikleri için. Fiili hayati tehlikeye yol açabiliyorlar. Ulusal basındaki nefret söylemi daha çok algıyla, söylemle ilgiliyken yerelde daha fiili bir güce dönüşebiliyor. Köşe yazıları nefret söylemi üretiminde hâlâ ilk sırada. Haberlerde de özellikle başlıklar ve ara başlıklarda çok fazla yapılıyor. Örnek verirsek, eşcinsellerle ilgili haberlerde bütün bilgiler doğru ama “Sapıklar sokakta” gibi bir başlık kullanılıyor.

Egemen taraftan bakarsak Türk, erkek, Sünni, heteroseksüel kimliğe yönelik bir nefret söylemi söz konusu mu?

Funda: Çok nadir karşımıza çıkıyor. En fazla dört-beş defa karşımıza çıktı yanılmıyorsam.

Kimlerden geliyor bunlar?

Funda: Türklere yönelik benim aklıma gelen şu an yok.

Kabaca Türkiye’deki egemen kimliğe yönelik dersek…

Funda: Müslümanlara yönelik oluyor. O da daha çok Müslüman kadınlar üzerinden. Müslümanlara doğrudan yönelen bir söylem değil. Müslüman kadın tipine uymayan kadınlara yönelik bir nefret söylemi üretiliyor.

“Laik” kesimden mi geliyor?

Funda: Hayır, Müslüman kadınlar söz konusu olduğunda iki taraftan da geliyor.

Muhafazakâr kesimden de mi?

İdil: Evet. Oradaki Müslüman kadınlara uymayan imaja yönelik.

“Hem laik hem de muhafazakar kesim kendi yarattığı ‘Müslüman kadın’ kalıbına girmeyen kadınları benzer nedenlerden dolayı, çok benzer ifadelerle hedef gösteriyor.”

Laik ve muhafazakar kesimden Müslüman kadınlara yönelik nefret söylemini biraz açabilir miyiz ? Söylemsel olarak aralarında fark var mı? Bir de Müslüman kadınlara yönelik söylemde ortaklaşmayı nasıl açıklıyorsunuz?

Funda: İki uçtan şöyle örnek verebilirim. Tesettürlü bir kadının hedef alındığı bir yazıda, yazar tasvirine “adeta striptiz gösterilerinde kullanılan, taşlı tuşlu parlak bir çizme” ile başlıyor. Ardından neredeyse ‘erotik’ betimlemelere başvurarak (daracık beyaz gömleğin içinden dolgulu olduğu belli sütyen şevhetle dışarı fışkırıyor) nasıl “asıl şoka” uğradığını anlatıyor: “Starslı ve taşlı alınlığın üzerindeki albenisiz cafcaflı, içinde bir de kocaman markası Christian Lacroix (Hristiyan haçı) yazılı başörtüsü beni benden alıyor, kim bu diye şaşarken, gözlerim daha da yukarı kayıyor.” Yazarın nefret söylemi olarak kabul edilebilecek, “O dudağa sürülen vişneçürüğünü artık namus fakirleri bile kullanmıyorlar ey hödük”, “Şirretleşiyor genç kadın”, “terbiyesiz bacı”, “Süslümanın yanına oturmuş bir serseri bıçkın, belli ki çoktan başlamış ahlaksız geyik” ifadelerle de kadını tekrar tekrar hedef gösteriyor. Burada aslında, tekil bir örnek üzerinden gidiyormuş gibi görünse de yazarın anlayışının dışındaki özelliklere sahip tesettürlü (ve belki de tesettürsüz) kadınlara yönelik hakaret ve aşağılama söz konusu. Bir başka yazar ise kendisinin ‘makul’ görmediği biçimde örtünen tesettürlü kadınları “Tesettür gibi görünen ama gerçekte tesettür olmayan şeytanî sahte tesettür” sözleriyle şeytanlaştırıyor. “Erkeklerin şehvetli nazar ve dikkatlerini, çıplak karılardan daha fazla celb eden bir kıyafet tesettür değildir” ve “Tesettürlü bir kadın alaca bulacak gökkuşağı renginde elbiseler giyemez, başörtüsü örtemez” gibi yargılarla yazısında hedef aldığı kadınlara had bildiriyor ve nasıl giyinmeleri gerektiğini söylüyor. Şimdi bu iki söylem arasında çok ciddi bir fark görebiliyor muyuz? Bence göremiyoruz, iki taraf da kendi yarattığı ‘Müslüman kadın’ kalıbına girmeyen kadınları benzer nedenlerden dolayı, çok benzer ifadelerle hedef gösteriyor.

Peki daha genel olarak Müslümanlara yönelik…

Funda: Sürekli sunumda örnek verdiğimiz bir haber var Müslümanlarla ilgili, “Müslüman çift katliam yaptı” başlıklı bir haber.

“Müslümanlara yönelik nefret söylemiyle çok karşılaşmıyoruz açıkçası ama bunun nedeni de Türkiye’de egemen kimliğin kim olduğuyla ilgili.”

Bu Türkiye’de mi çıktı?

Funda: Evet. San Bernardino’da IŞİD bağlantılı bir eylem sonrasında ana akım gazetede çıkan bir haber. Bu örnek Türkiye bağlamında aslında çok da tehlikeli bir söylem olmayabilir. Almanya’da, ABD’de veya başka bir ülkede bu örnek sürekli karşına çıktığında orada Müslümanlar bambaşka bir pozisyona düşmüş oluyor, orada da Müslümanlar sessizleşip kırılganlaşıyor bu tür söylemlerle. Burada öyle bir sonuç yok tabii ki. O birazcık da gayri ihtiyari gazetecilik pratikleri içerisinde, sansasyonel olma adına da atılmış bir başlık olabilir. Daha bilinçsiz atılan bir başlıktı bence. Müslümanlara yönelik nefret söylemiyle çok karşılaşmıyoruz açıkçası ama bunun nedeni de Türkiye’de egemen kimliğin kim olduğuyla ilgili.

Ona bağlayacaktım, cumhurbaşkanı ya da bakan eşlerini, kıyafetlerini vb. hedef alan yazılara da rastlıyoruz. Tüm toplumu hedef alma değil de kişileri hedef almanın belki bir kolaycılığı da vardır….

Funda: Kişileri hedef almak daha kolay olabilir belki. Zaten projenin kapsamında kişileri, kurumları, kuruşları ya da ülkeleri hedef alan haberleri, köşe yazılarını kapsama almıyoruz. Proje kapsamında olmaması bunu sorun etmediğimiz anlamanı da gelmemeli, yine oldukça tehlikeli söylemler.

Rapora göre neredeyse İslami camiaya yönelik bir nefret söylemi yok. Bu naif bir söylem olacak ama katı laik kesim sert çıkışlarından ders mi aldı, nefret söylemiyle arasına mesafe mi koydu yoksa OHAL’de yaşadığımız konjonktür mü?

İdil: Bence biraz üslup farkı.

Funda: Çok net bir çıkarım yapmak zor bu konu hakkında ama zaten daha öncesinde de doğrudan Müslümanları hedef alan örnekler çok değildi. Genelleştirme pek olmuyor, belli bir kesimi hedef alıyorlar. Biraz daha ideolojik bağlamda yürüyen bir söylem oluyor aslında, Müslümanlardan ziyade ideoloji hedef alınıyor. Ancak, doğrudan Müslümanları hedef alan nefret söyleminin azlığı, bahsettiğin kesimin kutuplaştırıcı bir dil kullanmadığı anlamına gelmemeli. Zaten nefret söylemi dışında da oldukça sorunlu bir haber dili söz konusu.

İdil: Hep de şeyin altı çiziliyor belki: Kendilerinin de ne kadar Müslüman olduğu, dine karşı olmadıkları vs. Başörtülü kadınları koruyucu-kollayıcı bir dil. Bu dil üstten bakmıyor mu? Üstten bakıyor tabii ki. Ama LGBTİ’lere yönelik nefret söyleminden farklılaşıyor. O yüzden de dikkat etmek gerekiyor. Fakat bir küfür ya da aşırı bir sertlikle ben kendi adıma karşılaşmadım baktığım haberlerde.

Nasıl bir içerik çıkıyor nefret söylemlerini üretenlere dair?

İdil: İrrasyonalite. Benim ilk söyleyeceğim olabilir.

Yani bir anlamda kapı açılsa, içeri bir nefret söylemi üreten biri girse, nasıl bir kişiyle karşılaşacağız? Sizin-benim gibi bir zatı muhterem…

İdil: O da kesinlikle çıkabilir. Ben de aynı şeyi söylüyordum. Senelerdir nefret söylemi ve toplumsal cinsiyet çalışıyorum hala benim de ağzımdan çıkıveriyor. “Aman işte bilmem ne gibi pazarlık yapmayayım” gibi. Çok içimize yerleşmiş bir şey. Öyle duymuşuz, dilimize yerleşmiş. Ondan kurtulmak çok zor. Onun dışında bence asıl büyük mevzu hiçbir akılsal bağlantının kurulmaması. Tamamen tepkisellik ve duygusallık üzerinden gidiyor. Bence en önemli sıkıntılardan bir tanesi o. Türk kimliği üzerinden ele alınırsa “Aman zaten Türk değil misin, sen zaten pissindir” demek gibi.

Kavgacısındır gibi…

İdil: Hah! Gibi yani. Bundan da daha beter yani.

Funda: İdil Hoca’nın da söylediği gibi hepimizin içinde olan bir şey bu, belli bir kesime has değil nefret söylemi. Her yerde karşımıza çıkabiliyor. Zaten biz bununla mücadele ederken de kimin bunu yaptığından ziyade genel olarak söylemin kendisi ile mücadele etmenin daha doğru olduğunu düşünüyoruz. Bireyleri veya kurumları sen bunu yapıyorsun diye hedef göstererek değil bu dilin sorunlu olduğunu bir şekilde anlatarak yapmaya çalışıyoruz.

İdil: Mesela iyi niyetle bile ağızdan çıkıyor. “İyi Kürtler/kötü Kürtler.” “Biz aslında Kürtleri seviyoruz da bazıları şöyle şöyle yapıyor.” O da aslında ayrıştırıcı kendi içinde. “İyi eşcinsel/kötü eşcinsel.” Hepsi için.

Bazen de “o cümleyi iyi niyetinden söylemiştir” diyoruz, gerçekten söylediği sözün nefret barındırmadığını düşünülüyor belki de…

İdil: Ama barındırıyor. Bunu fark etmeleri lazım.

Funda: İçselleştirilmiş bir şey. Senden farklı olanı nasıl algıladığınla alakalı.

Türkiye ve yurt dışındaki nefret söylemlerin karşılaştırılırsa, ülkelerdeki oranlar nedir?

Funda: İstatistiki bir karşılaştırma yapamıyoruz ne yazık ki, ancak hedef gruplar değişse bile söylem çok benzer özellikler taşıyor. Yurt dışında bu kadar sistematik yapılmış bir çalışma yok. Hatta bizim içimizde kalan bir ukde ve hakkında karşılaştırmalı bir proje de yazdık.

“Başka türlü yerleşim biçimlerinin içindeyiz. Hayatımızda birbirimize değmiyoruz. Değmediğimiz zaman da suçu ona yüklemek daha kolay bir şey haline geliyor.”

Kabul edildi mi?

Funda: Teknik aksaklıklardan dolayı kabul edilmedi. İleride bunu yapmak istiyoruz. Bu konuda net bir karşılaştırma yapmamız mümkün değil. Fakat karşılaştırmalı şöyle bir rapor yaptık. Ermenistan, Azerbaycan ve Karabağ’da Dört Gün Savaşı dediğimiz, çatışmaların arttığı dönemi kapsayan ve Karabağ sınır hattında yaşanan çatışmanın Azerbaycan, Ermenistan ve Türkiye medyasında nasıl ele alındığı incelendi. Orada aslında, ‘öteki’nin tanımı farklılaşsa da ayrımcı dilin benzer özellikler taşıdığı görüldü. Militarist dil, doğrudan Azeri, Ermeni veya Türk kimliklerinin hedef alındığı ve düşmanlaştıran ifadeler üç ülkenin gazetelerinde de tespit edildi. İstatistiki bir karşılaştırma yapmamız mümkün değil ama.

Sana sorayım İdil, neden birbirimizden bu kadar nefret ediyoruz?

İdil: Yapabilecek başka bir şeyimiz yok galiba. Nefret etmek daha kolay. Dediğim gibi rasyonaliteyi gerektirmiyor. Sonra biraz önce onu diyecektim nefret söylemi ile ilgili olarak. Çok ideolojik bir şey. Yani siz tarih kitaplarından başlayarak birtakım toplumları bir takım etnik kimlikleri zaten ötekileştiriyor, düşmanlaştırıyorsanız bunun hayatın diğer alanlarına yansımaması düşünülmeyecek bir şey değil. Kadını da erkeği de aynı şekilde yapıyoruz. Bir de artık hayatın içinde de birbirimizden kopuğuz. İnsanların sayısı azaldı. Gitmek zorunda kaldılar. Başka türlü yerleşim biçimlerinin içindeyiz. Hayatımızda birbirimize değmiyoruz. Değmediğimiz zaman da suçu ona yüklemek daha kolay bir şey haline geliyor. Bir arada tutucu bir şeye de ihtiyaç var. Hani milletin oluşumu birilerini ötekileştiriyor ya; ‘biz şöyleyiz, biz böyleyiz’ vs. Onu oluştururken zaten buna ihtiyacın var. Tarihin farklı dönemlerinde bu biraz daha bazen kuvvetleniyor. Milliyetçilik dalgasının yükseldiği dönemlerde. Bunların hepsi birbiri ile bağlantılı.

Bu biraz şey değil mi…

İdil: Tercih değil yönelim.

Biraz ‘minareden at beni in aşağı tut beni’ gibi. Kendi kimliğimi oluşturmam için zaten ‘ötekine’ ihtiyacım var. Öteki üzerinden var olduğum için. Hele Türkiye’de bu daha fazla. Bu derece nefret etmek kaynaşmaktan neden daha fazla ağır basıyor?

‘Medyada Nefret Söyleminin İzlenmesi’ projesi koordinatörü Gamze Tosun.

Gamze: Akışkan, dinamik, değişime açık olmak zor. Dolayısıyla daha az kırılgan kimlikler kurabilmek için bu farkı yaratmak çok kullanışlı. Bu farkı vurgulamak, ötekini yaratmak, ondan nefret etmek.

Ama zaten ‘öteki’ sayesinde varsın. Öteki olmayınca nefret söylemin de boşa gidiyor, anlamsız kalıyor.

Gamze: O yüzden sürekli “ötekinin” altını çizerek kendi kimliğinin de altını çizmiş oluyorsun.

İdil: Öyle bir dünya yok ama sınırlar vs. olmasın gibi. Buna nereden bakarsan bak. Kimisi ‘bilinç düzeyinde değiliz’ diyor, kimisi de ‘kapitalizm’ diyor. İçinde yaşadığımız dünyada zaten bunu için mücadele ediyoruz. Bu proje bunun için var ama zor bir şey. Nasıl diyeyim devlet varsa kendine bir millet yarattıysa tamam artık kurdun o milleti, devleti de yarattın ama bir noktadan sonra artık senin kapsayıcı olman gerekiyor. Burada işte tekil şeyler. Politikadan bağımsız değil onu söylemek istiyorum.

“Bir dolu örneği var Rasim Ozan’ın nefret söylemi raporlarında. O zaman neden yapılmadı? Mesela bir Ermeni’ye laf söylediğinde bu yaptırıma uğramadı da şimdi neden uğradı!”

Sayfanızda medya etik ilkelerinden de bahsediliyor. Buna rağmen bu kadar coşmayı nasıl başarıyoruz Türkiye’de?

Funda: Bir kontrol mekanizması çok fazla yok. Onu işleyen, bunun sorunlu olduğunu dile getiren buna karşı bir yaptırım yok. Gerçi, yaptırım olmasına da gerek yok. Yaptırım olmasını savunmuyoruz da. Gazete bunu yazdığında ya da ceza kanununda bunun yerinin olması aslında bir noktadan sonra o kırılgan kimliklerin kendisine karşı kullanabilecek bir madde haline de gelebilir o yasadaki madde. O yüzden bunun yasalaştırılması konusunda da çekinceler var.

Ne gibi çekinceler var?

Funda: Pratikte bu tarz yasaların çok fazla işleyemeyeceğini düşünüyoruz. Bir noktadan sonra aslında nefret söylemine uğrayan grubu mağdur etmek için kullanılacak bir madde haline gelebileceği için. Kamusal alanda artık bunun birazcık daha parmakla gösterilen, sorunlu bir durum olduğunun anlaşılması daha önemli.

İdil: Bir gazeteciyi, gazetesinin itibarını kaybetmesine neden olacak bir şey haline geliyorsa mesela orada o da kendini kontrol edecek. Meslektaşı da onu kontrol edecek. İsim vermeyeyim de mesela sevdiğimiz ve bu alanda da duyarlı gazetecilerden biri, bir kadının tecavüze uğraması haberinde korkunçlaşabiliyor. En ince ayrıntısına kadar… Dedin ya ‘Fransa’da yapamazsın’ diye. Kontrol mekanizmaları daha oturmuş durumda. Le Monde’da yıllardır öyle bir gelenek oluşmuş durumda. Yıllar önce çıkardığı ‘Nasıl gazetecilik yapılır kitapçığı’ var. Bizde sendikasızsın bir kere. Fransa’da gazetecinin vicdan hükmü diye sığınabileceği bir madde var. Gazete sahiplik yapısı değişirse ya da editöryal çizgide değişiklik olursa gazeteden ayrılabiliyor. Tazminat vs. hakkı var. Türkiye’de böyle bir şey yok. Misal, Sabah gazetesinin 5-10 sene önceki haliyle şimdiki hali bir değil ama gazeteciyi buna karşı koruyan bir şey yok. Sendikalar güçlü kurumlar değil. Keza yönetime göre de değişen çeşitli politikalar güdebiliyorlar. Dolayısıyla Türkiye’de daha fazla olması bütün medyatik yapıyla da alakalı.

Güncel bir örnek verelim, Rasim Ozan Kütahyalı’nın Boşnaklara hakaret ettiği için Beyaz TV’den çıkarılması medyada etkin bir başarı mı oluyor?

İdil: O mevzu o kadar karışık ki sorulara net bir cevap vermek çok mümkün değil. Tabi ki her şeyden bağımsız düşünürsen biri bir gruba yönelik hakaret içeren bir cümle sarf ettiyse bunun yaptırımı işini kaybetmek de olabilir. Eyvallah. Sanki bahsedilen kişi bundan önce çok şahane bir dile sahipti! Bir dolu örneği var Rasim Ozan’ın nefret söylemi raporlarında. O zaman neden yapılmadı? Mesela bir Ermeni’ye laf söylediğinde bu yaptırıma uğramadı da şimdi neden uğradı! Burası da sorunlu bir şey. Yoksa ama evet böyle bir yaptırım var. İşini kaybetmek belki son noktası olabilir ama en azından o itibarın zedeleneceğine dair bir duruma maruz kalsa gazeteciler de bunu daha az yaparlar.

Funda: Ayrıca, bunu yapan tek kişi de Rasim Ozan Kütahyalı değil. Her gün karşımıza çıkan bir şey ama yaptırım uygulanan pek fazla kişi anımsayamıyorum.

Peki medyada niye bu kadar çok nefret söylemi var? Tirajı mı artırıyor, para mı kazandırıyor, kutuplaştırarak haber yapmanın getirisi daha mı yüksek, yoksa okur mu istiyor?

Bazı gazetelerin ve yazarların gerçekten misyonu bu. Bazen de gerçekten bilinçsizlikten dolayı yapılıyor, bunun hakkında yeterli farkındalığın olmaması, o yazılanın nefret söylemi olduğunu bilmemek de bir neden. Tiraj odaklı ve dikkat çekmek üzerine kurulu bir gazetecilik sektörü var karşımızda, biraz bunun üzerine gitmek gerekiyor. Hızın çok önemli olduğu bir meslek ama yine de haberleri yazarken bir daha düşünmeli. Bir konuya haber değeri katan ne? Genel-geçer habercilikteki haber değerlerini biraz sorgulamak gerekiyor. Bir de tabii, nefret söyleminin hedef aldığı gruplar hakkındaki olumsuz duygu ve düşünceler toplumsal olarak şekilleniyor. Aile, ders kitapları, günlük konuşmalar, medya, siyaset vs. aracılığıyla bu duygular hem normalleşiyor hem de yaygınlaşıyor.