“İzleyeceğim Yolu Ben Çizdim”*

09 Kasım 2017
“Aslında yürüyerek temizlenmenin, arınmanın hepimiz için doğruluğundan söz edemez miyiz? İnsan yürüyerek yenilenebilir, yeniden doğabilir. Kutsal olarak kabul edilen bir yol olsa da olmasa da, yürüyen kişi bir inanan olsa da olmasa da yürümek bizi değiştirir. Kimi zaman kendimizi bulmak kimi zaman kendimizden uzaklaşmak için yürürüz, ama çıktığımız tüm yollardan değişmiş olarak dönmeyi ümit ederiz. […]

“Aslında yürüyerek temizlenmenin, arınmanın hepimiz için doğruluğundan söz edemez miyiz? İnsan yürüyerek yenilenebilir, yeniden doğabilir. Kutsal olarak kabul edilen bir yol olsa da olmasa da, yürüyen kişi bir inanan olsa da olmasa da yürümek bizi değiştirir. Kimi zaman kendimizi bulmak kimi zaman kendimizden uzaklaşmak için yürürüz, ama çıktığımız tüm yollardan değişmiş olarak dönmeyi ümit ederiz. Çünkü yürümek, içimizde ölmesi gereken şeyleri öldürerek bize yeniden azar azar can katar…”

Soğuk bir kış günü, üzerimde bilmem kaç kat kıyafetle yürüyorum. Sağ yanımda çektiğim valiz, indiğim son taşıttan sonra arka tekerinin birine veda etti. Artık kendi ağırlığıma eklenen valizin ağırlığı daha da fazla. Sene 2011, Paris’te Montparnasse tren garındayım. Etrafımdan vızır vızır geçen insanlar yavaşlığıma homurdanıyor. Oysa ben biraz da yavaşlamak için geldim buralara kadar. Evimden çok uzaklarda, kuşlar gibi özgür hissettiğim o soğuk kış gününde, kendime başka bir ev inşa etmek üzere olduğumdan habersizim. Varmam gereken şehre son bir şehir kaldı.

Rouen adı verilen şehre gitmeye çalışıyorum. Rouen, Gustave Flaubert’in doğduğu, Jeanne D’Arc’ın yakıldığı, Paris’in bir saat uzağında ve her zaman gölgesinde kalmış bir Normandiya kenti. Benimse başıboş dolanmayı öğrendiğim yer… Altında yaşadığım çatıdan çıkıp aklımda hiçbir hedef olmadan saatlerce yürümenin keyfini bu şehirde öğrendim. Beni çağıran sokaklara düşünmeden sapmayı, durmamı söyleyen manzaralar karşısında durmayı, gün dönerken göğü saran ışık oyunlarını yakalamayı; sessiz karşılaşmaların, tesadüflerin ve şehrin kendi sesinin içinden sessizce geçmeyi orada öğrendim.

Rastlantı olmasa gerek, “aylak” ya da ‘flâneur’, yani amaçsızca gezinen kişi figürünün zamansız bir karaktere dönüştüğü topraklardaydım. Sonraki yıllarda pek çok coğrafyaya seyahat ettim, yüzlerce şehri yürüyerek gezdim. Bir ayağımı öbürünün önüne hiç düşünmeden ata ata yürürken aklımdan geçenleri ve olduğum insanı daha çok sevdim. Yine rastlantı olmasa gerek, yürümekle ve aylaklıkla ilgili bana ilham veren pek çok şeyle karşılaşırım hep. Bunlar arasından anlatılacak pek çok şey olsa da bana yürümek, amaçsızca yürümek için ilham veren bir kitabı, bir sergiyi ve yakın zamanda gerçekleştirdiğim birkaç seyahati özellikle anlatmak istiyorum.

 Yürümenin Felsefesi- Frédéric Gros

Dokunduğumuz her şeyin tükendiği bir evrende yaşıyoruz. Modern hayatlarımız bizi hıza ve hızlı olmaya, hızlı yaşam ise daha çok tüketmeye itiyor. Oysa ‘Yürümenin Felsefesi’ kitabında aylakların tüketmeyen ve tüketilmeyenler olarak tanımlanması bana umut veriyor. Ara ara açıp okumaya doyamadığım bu kitapta, “Yürümek kenara çekilmektir” diyor yazar; “Çalışanların kenarından, hız yapılan yolların kenarından, servet ve sefalet üretenlerin, sömürenlerin, emekçilerin kenarından, kış güneşinin solgun yumuşaklığını ve ilkbahar esintisinin tazeliğini hissetmekten daha önemli işleri olan ciddi insanların kenarından uzaklaşmaktır.”

Yürümenin Felsefesi’ne göre aylak, hesap yapmadan, yavaş adımlarla ve gören gözlerle geçer dünyadan. Bu yüzden, Gros öncelikle yürümeyi spor yapmaktan ayırarak başlar işe. Sade ve sadece yürümenin maddiyattan ve rekabetten bağımsız doğasına övgüde bulunur. Şöyle bir dolaşıp gelmenin endişeleri nasıl hafiflettiğinden, bizi mecburiyetlerimizden kurtardığından, hızdan uzaklaştırdığından bahseder. Aylak, fark eder. Günün alçaldığı ve yükseldiği, zamanın esnediği anları, karşılaşmaları ve sessiz sohbetleri, uzlaşma ve ters düşme sahnelerini yakalar, hatta çalar Gros’ya göre.

Yazar, kitabında başka düşünür ve yazarların yürüyüş rutinlerine ve görüşlerine yer vermeyi de ihmal etmez. Bunlar arasında beni en çok çarpan bölümlerden biri de “Yabanın Fethi” başlığı altında Henry David Thoreau’ya ayrılan bölüm. Çünkü Thoreau’nun “kârı faydadan ayırmaya yarayan yeni ekonomisi”, tüketen ve tüketilen dünyamızın tüm dertlerine çare gibi görünüyor bana. “Bir şeyin maliyeti aslında ister derhal ister uzun vadede olsun, hayatta neye mal olduğuyla ölçülür” diye alıntılar Gros. Ormanda çıkılan uzun bir yürüyüşten insan ne kâr elde edebilir?- Hiç. Peki bu mantıkla, şöyle bir yürüyüp gelmek beyhude bir eylem midir? Bana göre tam aksi. Yürümek, içimi ve dışımı bir edip yaşamımı dengelemekle bana en çok faydayı sağlıyor. Aylaklık, beni özgürleştiriyor.

 “Aylaklar/ Flâneuses”- Fransız Kültür Merkezi/İstanbul

Bugünlerde İstiklal Caddesi’nde yürümek bedenimde birbiriyle ters düşen pek çok duyguyu uyandırıyor. İstanbul’la bağı henüz birkaç seneye dayanan biri olsam bile anılarımın üzerine basıp geçmemek için rotamı değiştiriyorum sık sık. Yolum caddeye düşecekse muhakkak Tünel’den çıkıyorum. Aylak rota çizer mi? Çizmez ama bu defa aylaklık uğruna caddenin başındaki Fransız Kültür’e doğru bir rota çizdim.

Sergi küratörü Bige Örer’in sözleriyle ‘Aylaklar’ sergisi, farklı zamanlarda Paris’te yaşamış beş sanatçının içinde yaşadıkları alan ve şehirle kurdukları etkileşimi doğuran “yürümek”ten yola çıkarak oluşturulmuş. “Yürümenin felsefi, coğrafi, manevi, toplumsal, siyasi ve edebi anlamda sorunsallaştırıldığı bu etkileşim serginin belkemiğini oluşturuyor.” Sergi kapsamında Aslı Çavuşoğlu, Güneş Terkol, İnci Furni, Yasemin Özcan, İz Öztat ve Zişan olmak üzere altı sanatçının işleri sergileniyor.

Yürümek, hareket etmek, düşüncelere gebe. Aylaklar yolda ilerlerken karşısına çıkacaklardan henüz bihaberdir. Akıp giden görüntüler değiştikçe zihnin akışı da değişir. Bu şekliyle aylaklık, bir nevi yaratıcı düşünme yöntemi. Sergideki eserleri görmek beni yürümek kadar şehirdeki hareket alanları ve engelsiz hareket özgürlüğü üzerine de yaratıcı düşünmeye davet etti.

Yürüyen kişi pek çok şeyin peşinden gider. Sanatçıların eserleri yürürken peşine düştüğümüz yeni olayları, olasılıkları ve kendimizi; kurulu olmayan düzeni, başka hayatları ve hayalleri; inançları, talepleri ve arzuları anlattı bana. Yürümeyi kültür, tarih ve edebiyat bağlamında yeniden yorumlayarak yürüme eyleminin sonsuz sonuçlarının içine çekti.

Sergide, Yasemin Özcan’ın “Flanöz’ün Kalbi” başlıklı sunum performansı ise, ‘limonata’ gibi havalarda kadının toplumda kendine yürüyerek yer açması üzerine düşündürerek salondaki biz ‘flanözlerin’ kalbini aynı tempoya sabitledi sanıyorum.

 Yürüyerek Arınmak: Kudüs

Kutsal olanın kutsallığı nereden gelir? Uğruna çekilen cefadan kaynaklandığı konusunda yaygın bir algı olabileceğini tahmin ediyorum. Tarih boyunca dini yolculukların “çile” yolculuğu olarak adlandırılmasının da bunda payı vardır muhakkak. Ancak zorlu tırmanışlar yapılarak ulaşılabilen dağ zirvelerine ya da uzun yolculuklar sonucu varılabilen arazilere yerleştirilen kutsal mabetler bunu kanıtlar gibi.

Geçen aylarda seyahat ettiğim Kudüs’te, herkes gibi yalnızca yürüdüm. Tarihi şehir yürümek dışında pek bir şeyi mümkün kılmayacak kadar küçük. Buna rağmen üç büyük dinin kutsal kabul edilen mekanlarına ev sahipliği yapıyor. İki sokağı dolduracak kadar adım atmak insanı bir öteki mahalleye, dolayısıyla ‘öteki’ dine, dolayısıyla ‘öteki’ kültüre taşıyor. Üstelik yürünen her yol, sıradan bir yol değil Kudüs’te. Kutsal Kabir Kilisesi’nden başlayarak devam eden, Hristiyan inancına göre İsa’nın sırtında çarmıhla yürüdüğüne inanılan Çile Yolu da Kudüs’te bulunuyor.

İnananlar için kutsal yollara kazınmış ayak izlerini takip etmek ibadet etmek olarak görülüyor. Aslında yürüyerek temizlenmenin, arınmanın hepimiz için doğruluğundan söz edemez miyiz? İnsan yürüyerek yenilenebilir, yeniden doğabilir. Kutsal olarak kabul edilen bir yol olsa da olmasa da, yürüyen kişi bir inanan olsa da olmasa da yürümek bizi değiştirir. Kimi zaman kendimizi bulmak kimi zaman kendimizden uzaklaşmak için yürürüz, ama çıktığımız tüm yollardan değişmiş olarak dönmeyi ümit ederiz. Çünkü yürümek, içimizde ölmesi gereken şeyleri öldürerek bize yeniden azar azar can katar. Yeni ve iyileşmiş bir ben oluruz yürüyüşün sonunda. Tıpkı her seyahatimden döndüğümde hissettiğim gibi.

* Immanuel Kant

Ana görsel: Özge Karakaya, Ürdün 2017; instagram.com/baskabiryerdeyim/

 

 

 

 

Özge Karakaya

Üyelik Tarihi: 17 Ocak 2018
11 içerik
Yazarın Tüm Yazılarını Gör