Güvercinin Rüyası Sergisi Mardin Arkeoloji Müzesi’nde

Ressam Yuko’nun, yerli halkların ve doğanın ilham verdiği resim sergisi Mardin Arkeoloji Müzesi’nde açılıyor. “Güvercinin Rüyası” isimli sergi Yüksel Sönmez’in Türkiye’deki ilk sergisi. Sergideki resimlere Özcan Yüksek’in yazıları eşlik ediyor. Yuko’nun ‘Güvercinin Rüyası’ adlı sergisi 8-24 Eylül tarihlerinde Mardin Artuklu Üniversitesi’nde sanatseverlerle buluşuyor. 1985 senesinde Berlin Edebiyat Evi’nde ilk resim sergisini açan ve 1989 senesinde […]

Ressam Yuko’nun, yerli halkların ve doğanın ilham verdiği resim sergisi Mardin Arkeoloji Müzesi’nde açılıyor. “Güvercinin Rüyası” isimli sergi Yüksel Sönmez’in Türkiye’deki ilk sergisi. Sergideki resimlere Özcan Yüksek’in yazıları eşlik ediyor.

Yuko’nun ‘Güvercinin Rüyası’ adlı sergisi 8-24 Eylül tarihlerinde Mardin Artuklu Üniversitesi’nde sanatseverlerle buluşuyor. 1985 senesinde Berlin Edebiyat Evi’nde ilk resim sergisini açan ve 1989 senesinde Berlin Kültür Senatosu bursunu kazanan Yuko’nun başlıca sergilenecek tabloları arasında “Büyücü”, “Kartalın Rüyası”, “Okyanustaki Ötekiler” ve “Güvercinin Rüyası” gibi eserleri bulunuyor. Magma Dergisi Yayın Yönetmeni Özcan Yüksek de, Yuko’nun “Güvercinin Rüyası” adlı sergisinin kataloğuna, gezegeni, yerli düşüncesini, şaman ruhunu anlatan bir yazı yazdı. Ayrıca Yuko’nun resimlerinin her biri için de  yorumlamalarda bulundu. İtalya, Hollanda, Hindistan, Tayland, Laos, Vietnam, Brezilya, Meksika, Guatemala’da uzun süre yaşayan, birçok kişisel sergiye imza atıp, ortak sergiye katılan Yuko’nun sorgulamalarına siz de tanıklık edin…

Ressam Yuko, Anadolu’da, Erzurum’a bağlı Çağlar Köyü’nde dünyaya geldi. Toprak ve çamurla yoğrulmuş köyde, ilkokulu köyde, orta okul ve liseyi Ankara’da okudu, sonrasında ailesiyle birlikte Berlin’e taşındı. Orada da kalmayıp, Arizona’da Hopi Kızılderilileri ile tanıştı, altı ay onlarla birlikte yaşadı. Bundan sonraki sanat yaşamını yerli halkın dünyaya bakışı belirledi. İlk sergisini Berlin edebiyat evinde açan Yuko’nun, aynı kentte bir çok kişisel ve karma sergisi oldu. Resimlerini çoğunlukla aylarca kaldığı Amazon yerlileri, Orta Amerika yerlileri arasında yaptı.

Magma Dergisi Genel Koordinatörü Özcan Yüksek’in kaleminden Yuko’nun sanatı:

Ressam resmin içindedir. O resim günün birinde başkasının duvar boşluğunu dolduracak olsa bile, bu gerçek değişmez. Bir resim koleksiyoncusu aynı ressamın birden çok resmini satın almış olsa da ressam resimlerinin içinde yaşamaya devam eder. Ressamı resmin içinde ara ey dünyalı, onu dışarıda, başka bir yerde arama boşuna! Tıpkı Tanrısal olanın, yaratıkların içinde olması gibi. Tıpkı Sibirya kamının, Amazon şamanının, içinde, ormanın tüm yaratıklarının çığlıklar atarak, pençeler göstererek, kanatlar çırparak, hırlayarak, tıslayarak, homurdanarak yaşaması gibi.

Altay şamanın davulu, onun tuvalidir, onu evrende, dünyanın çeşitli katmanlarında, yerin altında veya evrenin derinliklerinde, alt ve üst dünyalar arasında yolculuğa çıkartan bir uzay arabasıdır. Geyik derisi gerilmiş davulunun üzerine çeşitli resimler bezemiştir zaten, bu resimler, onun yolculuğu boyunca uğrayacağı başka dünyalar, diyarlar, kılığına bürüneceği envai çeşit canlılardır. Ormandan çıkmış, kendini doğadan koparmış, derelerini ıslah etmiş, asansöre, metrobüse, uçağa, otomobile binen insana, kendi gerçek hali değil, şamanın işte bu hali tuhaf gelir.

Yeni insan acıklıdır. Yaban doğadan kaçabildiği kadar uzağa kaçmaktadır. Hatta, oturduğu yüksek binaların pencerelerini dahi açamaz, gerçek havayı içine çekemez, gerçek iklim yerine, klima iklimin içinde yaşamayı ruh sağlığına uygun bulur. Çamurlu toprak, birkaç adım içine sokulabildiği orman, kirpi, alçaktan uçan kuş, her türlü vahşi hırıltı, homurtu, böğürtü, çığlık, kanat çırpması onu rahatsız eder.

Anadolulu bir köy çocuğu olan Yuko’nun sanatına, yalnızca şamanlar, aylarca birlikte yaşadığı yerliler, resimlerinin konusunu, boyasını, toprağını aldığı Amazon ormanı mı ilham vermiştir yalnızca? Bana kalırsa, onun resimlerinin içinde, ilk koyunu, ilk sığırı on bin küsur yıl önce Çumra’dan geçen Çarşamba Irmağı kıyısında evcilleştiren Çatalhöyüklülerin ilhamı da olmalıdır.

Çatalhöyük halkı, döşeklerinin altına gömdükleri anne babalarının, atalarının üzerinde yaşıyorlardı. Ölüleriyle birlikte uyuyorlardı. Ölüm ve yaşamın koyun koyuna yattığı, birbirinden korkmadığı, kaçmadığı, bir varmış bir yokmuş diyalektiğinin yurduydu Çatalhöyük. Sığırı evcilleştiren ilk halktı, ama boğayı evcilleştirmemişlerdi. Ne tuhaf! Belki de vahşi olan ile evcil olanın, denetlenmiş ve boyun eğdirilmiş olanın diyalektiğini devam ettirmek istiyorlardı. Bu noktada sanatlarıyla evlerinin iç duvarlarını beziyorlardı. Çitin öte tarafında, evcil olanın öte kıyısında yaşayan boğa, içlerindeki yaban gücün boynuzları olarak saygı görüyor olmalıydılar. Duvarlarında boğanın resimleri bezeliydi. Yanı sıra Anadolu parsları, turnalar ve diğerleriyle. Aradan on bin yıl geçse de, Anadolu bu yaban-evcil birlikteliğinin yaratıcılığıyla ruhunu koruyor olmalı hala. Bugün yabani boğanın nesli artık tükenmiş olsa da, Konya’nın civar dağlarda yaban koyunları özgürce koşmaktadır.

Çatalhöyük, Anadolu’nun özgürlük çağıydı. Tarih öncesiydi. Yazı yoktu, yalnızca imge, yani resim vardı.

Şöyle söyleyebiliriz öyleyse: Tarih boyun eğdirir, imge ise kendi kaynağı olan düşlere aittir. Boyun eğdirenler, tarihe hükmedenler, aslında imgeye, resme ve sanata da hükmetmek isterler. Ve aslında yazının, tarihsel olanın egemenliğinin doruğa çıktığı çağımızda, hükmediciler en büyük silah olarak, örneğin atom bombasını değil, atom bombasının imgesini insanların üzerlerine atmışlardır.

Küresel ölçüde İmgesel dehşet çağı veyahut imgesel terörizm, Hiroşima’da başladı diyebiliriz. Bilimci Openheimer’ın Manhattan projesinin Hiroşima ve Nagazaki şehirleri üzerinde yarattığı mantar bulut, emperyal terörün ilk imgesi oldu. Sanat tarihi bu zoraki imgeyi de kayıtlarına almalıdır. Bir parmak hareketiyle kıyamet yaratan atom bombası, laik tanrısallığın görkemli kudret gösterisiydi. Şok ve dehşet yaratarak tüm dünyanın boyun eğmesini sağlamak istemişlerdi. İki şehre atıldı ki tekrar edilebileceği görünsün. İmgenin tekrarı, zorbalığın kutsal yasasıdır. Zorbanın imgesi vurup kaçmaz, bir daha vurur.

Manhattan’a 11 Eylül’de yapılan “uçaklamalar” ise karşı terörün ilk büyük imgesel, dolayısıyla kitlesel gösterisi oldu. Dehşet, imgesel düzeyde, tüm insanlığın aynı anda imgelem dünyasına hakim olmak istiyordu. Yarattığı dehşet imgesini sayısız defa çoğaltarak büyük ölçüde bunu başardı. Ortadoğu, yanımız yöremiz başta olmak üzere, imgesel dehşetin milyarlarca tekrarlı dijital kopyalarına maruz kalıyoruz. Kapılarını pencerelerini sıkı sıkıya kapadığımız ruh evimizin iç duvarlarında.

Nasıl başardılar?

İmge, düşe seslenir. Arkaik, zamanlar aşırı, nedenlerden sıyrılmış, hayatta kalma içgüdüsüne aittir.

Bütün memeliler ve insan, iki yüz milyon yılı aşkın süredir düş görmektedir. Bu yüzden düşlerin dili imgesel, yani hayvanidir. Dolayısıyla, imgeye hükmeden, düşlere hükmeder. Korku ve dehşet, açtığın her pencerede, her ekranda senin ruh manzaran haline dönüşür.

Yazı dili ise tarihseldir.

Şimdi ben bir ressamın imgelerini sunacağı ilk, kendi zamanı açısından tarihsel sergisini yazı diliyle tarif etmeye çalışacağım. Belirteyim ki, benim yöntemim tarihsel, ressamın yöntemi ise düşsel.

Hem yazının ortaya çıkışı tarihsel olduğu için, hem tarihin ortaya çıkışı yazıyla başladığı için böyle. İlk tarih kitabını Herodot yazmıştı. Sessiz harflerden oluşan Sami alfabesine Grekçe’nin sesli harflerini katarak yarattıkları yazma biçiminin diliyle. Milattan Önce 5. Yüzyılda yaşayan ve kendini mitsel, efsanevi  düşüncelerden arındıran Herodot böylece medeniyetin ilk tarihçisi oldu. Uzak geçmişteki olayların tam bir kataloğunun “şimdiki zamanda” yaşayan biri tarafından yazılabileceği düşüncesi, tamamen yeni bir fikirdi.

Akıl, mantık, nedensellik gibi yardımcı terimlerle ilişkili “rasyonel” kelimesinin kökeni de “oran, orantı”  anlamına gelen Latince ratio kelimesinden gelmektedir, bunu da biliyoruz. Tarihsellik, nedensellik, çizgisel zaman, bunlarla birlikte geometri ve mantıksal felsefe, birbirine bağlı olarak aynı zamanda ve aynı coğrafyada işte böyle doğdu ve her aklın içine nüfus etti.

Musa’nın On Emri, bir levhanın üzerine alfabeyle yazılmıştı Sina Dağı’nda. Musa kendi ana dili hiyeroglifi kullanmamıştı. Kuran da ayet ayet iner. Allah’ın Muhammed’e ilk emri “oku”dur. Her iki dinde de tarihsellik yani zamanın kronolojik sıralaması içinde olaylar anlatılır. Yine her iki din de imgelere, putlara ve ikonlara karşı ortaya çıkar. İmge, içgüdünün resmidir.

SANAT VE ÖZGÜRLÜK

Yakın zamanlara gelirsek eğer, şunu söyleyebiliriz: Kapitalizm sanatı bir anlamda özgür kılmıştır. Artık kimse sanat eseri sipariş etmemektedir. Anlambilimsel belirsizliği yüzünden sanat eseri de kaçınılmaz olarak paraya benzer. Çünkü Para gibi satın alınmış ya da alınacak sanat da vaatte bulunur. Koleksiyoneri büyüleyen şey, çağdaş sanat eserinin yüksek değişim değeri ile onun işlevsizliği arasındaki o devasa, tuhaf boşluktur. Koleksiyoner kendisini bu boşlukla süslemek istemektedir. Bir benzetme vardır ya, inançlı birinin gelecekteki cennete yatırım yapması gibi, sanat koleksiyoncusu da imkan dahilinde bir keyfe yatırım yapmaktadır. Çağdaş sanatın iktisadı, bu çeşit bir tuhaflığın içinde sanatçıyı tuhaf ilişkiler içine davet etmektedir. İşlevsiz bir işlev, kullanımsız bir kullanım sunan sanat eseri ise ele geçirilemez tuhaflığıyla kendini meta ekonomisine böyle kabul ettirir. Çağdaş sanat ile Rönesans arasındaki fark, yalnızca resmin veyahut yontunun içeriği ve biçimi bakımından değildir. Asıl fark, çağdaş sanatın meta yoluyla da bir özgürlük biçimi elde edebilmesidir.

LEONARDO

Leonardo da Vinci ile Yuko’nun sanatını mukayese edecek değilim. Yapmak istediğim, Yuko’nun yaşadığı günümüz ile Leonardo da Vinci’nin yaşadığı 1542 yılından sonraki zamanları karşılaştırmak. Çıraklığından başlarsak eğer, Floransa’daki Uffizi Müzesi’ne günler, haftalar önceden bir bilet alabildiğinizde, onun Meryem’e Müjde, Müneccim Kralların Tapınması ve Aziz Hieronymus’u da içiren resimlerini görebilirsiniz Leonardo da Vinci’nin. Lakin 1482’de, Leonardo, Ludovico il Moro’nun hizmetinde çalışmak üzere Milano’ya taşınır. Burada Francesco Sforza’nın Büyük Atlı heykelini, Louvre’daki Kayalıklar Madonnası ve Son Akşam Yemeği’ni yapar. Leonardo, 1506’da Fransız Vali Charles d’Amboise hesabına çalışmak üzere Milano’ya döner, bir yıl sonra Kral XII. Louis, Floransa Cumhuriyeti ile bizzat görüşüp, Leonardo’nun doğrudan kendi hizmetinde çalışmasını sağlar. Leonardo artık peintree et ingenieur ordinaire (kralın ressam ve mühendisi) görevine atanır. İtalya’da, Fransız egemenliğinin sona ermesiyle ve ardından X. Leon’nun papa seçilmesi, Leonardo’nun yolunu Roma’ya çevirir. Burada 1516 yılına değin papanın kardeşi Giuliano de Medici’nin hizmetinde çalışır.

Şurası apaçıktır ki, artık yeni zaman sanatçısı, modern ressam, sipariş üzerine ya da eski zaman sanatçıları gibi hizmetinde çalıştığı kişinin talebi üzerine resim yapmamaktadır. Ressam da, başka sanatçılar da büyük ölçüde satın alınabilir şeylerin satıldığı pazar için sanat yapıtı yaratmaktadır. Sanatının fiyatı Marx’ın emek-zaman kuramıyla değil de, Adam Smith’in arz talep kuramıyla belirleniyor. Sanatçının, alıcıyla, kamuyla doğrudan ilişkisi kesilmiştir. Bu ilişki belirli ölçülerde, sanat sergisinin müzelerde, sanat ya da arkeoloji müzelerinde, sürekli ya da geçici sergilerde sunulmasıyla tazelenebilmektedir. Sanatçının artık Leonardo zamanlarında olduğu gibi aristokrat, derebeyi, saraylı, tahtlı koruyucuları yoktur. Şu ya da bu öğretiyi, ideolojiyi ya da dini yücelten eser talep edilemez. Sanatçı, kendi sanat pratiği içinde özgürdür.

Sanat eserinin, resmin veya diğerlerinin fiyat bakımından durumu böyle olmakla birlikte, yeni zaman, sanatçının özgürleştiği çağdır aynı zamanda, bir piyasa ilişkisi olarak fiyat dışında sanatçı kuramsal olarak özgürdür. Yalnızca renklerini, renklerinin tonlarını, boyasını, fırçasını değil, anlatacağı konusunu da kendi seçer. Beğeni, ilgi, talep, toplumsal yankının niceliği, çoğu zaman sanatçıdan bağımsızdır. Çoğu zaman sanatçı, kendi zamanında anlaşılmanın hazzını yaşamaktan mahrum kalır.

SÖZ VE İMGE

Tekrar imgeye dönelim.

İmge, somut, gerçek dünyayı yansıtmaya çalışır. Görür görmez algılanandır. Buna karşılık, sözcükleri okumak farklıdır. Göz, cümleler üzerindeyken, çizgisel bir şemada sözcükleri izler, anlam, parça parça belirir. Yatay bir şemada, cümlenin bağlamına göre değişerek anlaşılır. Anlamak için her cümleyi sözcüklerine, sözcükleri de harflerine indirgemek gerekir.

Yazı, tuzağa düşürülmüş sözler gibidir. Okundukça kurtulmayı bekleyen sözcükler. Anlaşıldıkça özgürlüğüne kavuşan düşünceler gibidir. Tabii ki, tuzağa düşürülürken bir yerleri sakatlanmamışsa, okunduklarında da sağlam olarak özgürlüklerine kavuşacaklardır.

Yuko’nun resimlerine bakan insan, insan düşüncesinin üç dünyasını, iç içe geçmiş bir halde görebilir. İnsanın iç dünyası, insanın dış dünyası ve doğaüstü. İç dünya, duygulardan ve düşüncelerden ibarettir ve başkası için görünmezdir, ressam görünmeyen bu dünyayı gösterme sanatının ustasıdır bizim için. Dış dünya ise somuttur, en azından daha somuttur. Nihayetinde yeni insan, yaşadığı dünyadan hızla kaçmakta, bir gezegen olarak dünyadan korkmakta, aslında bunu yaparken, kendi iç dünyasında da saklanacak bir yeri olmadığının bilincinden uzaktadır.

İŞARET

İnsan, işaret eden tek hayvandır. Ama Yuko, ormanı, hayvanları işaret ediyor resimlerinde. Yuko görünmeyeni işaret ediyor.