Süregiden Bir Yıkım: Mülteci ve Kadın Olmak

Diyarbakır’da 15 yıl önce kurulan İşkence ve Şiddet Mağdurları İçin Sosyal Hizmet, Rehabilitasyon ve Adaptasyon Merkezi (SOHRAM) bölgede göç, işkence ve çatışmalardan etkilenen kişilere psikolojik ve hukuksal hizmetler veren bir dernek. Suriye’de yaşanan savaşla birlikte Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmış birçok aileye destek veren merkez çalışmalarını Diyarbakır’da yürütüyor. Suriye’de yaşanan savaş nedeniyle göç etmiş ve […]

Diyarbakır’da 15 yıl önce kurulan İşkence ve Şiddet Mağdurları İçin Sosyal Hizmet, Rehabilitasyon ve Adaptasyon Merkezi (SOHRAM) bölgede göç, işkence ve çatışmalardan etkilenen kişilere psikolojik ve hukuksal hizmetler veren bir dernek. Suriye’de yaşanan savaşla birlikte Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmış birçok aileye destek veren merkez çalışmalarını Diyarbakır’da yürütüyor. Suriye’de yaşanan savaş nedeniyle göç etmiş ve SOHRAM’dan destek alan dört kadın, Savra, Celile, Yeskil ve Emirasilu’yla ‘Savaş, kadın ve çözüm yolları’ üzerine konuştuk.*

Mültecilik: Süregiden bir yıkım

İlk önce mülteci olmayla ve mülteciliğin neyi çağrıştırdığıyla başlıyoruz sohbetimize. Mülteciliğin zorluğu aşikâr olsa da sohbet ettiğimiz dört kadın mülteciliğin çağrışımları üzerine farklı tanımlamalarda bulunuyorlar. İlk önce Savra sözü alıyor konuşmanın başında. Savra vatan kavramı üzerinden açıklıyor mülteciliğin çağrıştırdıklarını. “Bir yandan vatansız insanlar, diğer yanda da vatanını terk etmek zorunda kalan insanlar var” diyerek anlatıyor mülteciliği, Celile de mülteciliği ‘kolu, kanadı kırılmış, yüreği yaralı, bir kuşa’ benzetiyor. Yeskil ise konuşmasında  süregiden bir yıkıma işaret ediyor adeta. Geçmişe referansla mültecilik ona, ardı ardına devam eden yıkımı anımsatıyor. Yeskil insanların kendilerine ‘mülteci’ dediklerinde tekrar tekrar yıkıldıklarını, geçmişte başlayan tek bir yıkımın kendi hayatlarındaki daha sonraki tüm yıkımları tetiklediğini söylüyor.

Otuzlu yaşlardaki dört mülteci kadına Suriye’deki savaştan önceki yaşamlarını soruyoruz. Derin bir sessizlik anı yaşanıyor, sanki uzak bir geçmişi süzgeçten geçirerek anımsamak istermişçesine. Suriye’de savaştan önceki yaşamlarına bir an önce dönmeyi arzuluyorlar. Buraya gelmeden önce, yaşadıkları toprakları ekip biçtiklerini, çocuklarıyla birlikte huzurlu ve iyi bir yaşamları olduklarını belirtiyorlar. Savra “Suriye’deki hayatımız çok güzeldi. Zengin de fakir de bir şekilde yaşıyordu. Orada da işsizlik sorunu vardı, fakat uğraşan, bir şekilde yolunu buluyordu. Bizdeki en güzel şey birbirimizi sevmemiz, birbirimize inanmamızdı” diye söze başlıyor. Sorunsuz bir aile hayatı olduğunu söyleyen Savra, kocasının devlet memuru olduğunu kendisinin ise evde çocuklarını yetiştirdiğini dile getiriyor. Savra savaştan önceki komşuluk ilişkilerini de acı bir tebessümle anıyor: Topraklarımız vardı. Komşularımızla bir sorunumuz yoktu. Alevi, Hristiyan, Kürt, Arap bütün komşular iç içe yaşardık. Hiçbir zaman sorun çıkmadı aramızda.

“Yolun zorluğu ancak yaşanır”

Türkiye’ye geliş süreçlerini, yaşadıkları zorlukları anlatırken ise hepsinin ağzından aynı cümle dökülüyor: Bugüne kadar hiç böyle bir zorluk yaşamamıştık, yol boyunca hep ağladım. Türkiye’ye geliş sürecini konuşurken, Celile’nin dili çözülüyor nihayet, derin bir nefes çektikten sonra ilk lafı “Yolun zorluğu ancak yaşanır” oluyor ve anlatıyor: Dirbesiye’den geldik, yollar kapalıydı. Ceylanpınar tarafından gelmeye çalıştık, oradan geçemeyince Kobane tarafından geldik. Günlerce aç, susuz, yürüdük, dikenler arasında saklandık, sınıra geldiğimizde hiçbirimizde hal kalmamıştı. Yol boyunca hep şiddete maruz kaldık. Günlerce aç susuz yürüdük. Günlerce sınırda bekletildik.

Emirasilu da Türkiye sınırına yakın Dirbesiye kasabasından göç edenlerden, yürüyerek uzunca bir yol kat etmelerinin ardından sınıra yaklaştıklarına askerler havaya ateş açıp, geri dönmeleri için ihtarda bulunmuş. “Çocuklarımız sürekli ağlıyordu. Bizler çok paniktik. Üç defa sınıra yaklaşıp geri döndük” diyor Emirasilu. Öte yandan Halep’ten gelen Savra’nın ise ‘yolculuğu’ çok daha çetrefilli. Halep’ten yola çıkıp sınırı aşana kadar dağlarda üç gece kaldıklarını ve gizlice ilerlediklerini söyleyen Savra, sınıra geldiklerinde askerlerin geçiş izin vermediklerini, sınırdan geri dönmek zorunda kaldıklarını ve tekrar dağ yoluna çıktıklarını gözü yaşlı bir şekilde anlatıyor. Savra, biraz durakladıktan sonra sözlerine tekrar devam ediyor: “Dağda bir iki hafta geçirdik. Toprakta uyuyorduk. Elimizde biraz ekmek biraz da salça vardı. Azar azar yiyorduk. Bugüne kadar hiç böyle bir zorluk yaşamamıştık. Olayın şoku vardı üzerimizde. Yol boyunca hep ağladım. ‘Niçin bu başımıza geldi?’ diye sordum yol boyunca. Dağlarda domuz vardı başka hayvanlar da. Dört çocuğum sürekli ağlardı, uyumazlardı. İki çocuğumun ölümden döndüğünü bilirim. O sıra muhaliflerin elinde bir köy vardı. Orada kalabilmek için para vermek zorunda kaldık. Köyde toprakta uyuyorduk. Çok acı çektik. Çocuklarım çok zorlandı. İyi kalpli bir kamyoncu bize yardım etti. Sınırı aştık. Buraya gelir gelmez göçmen bürosuna başvurduk.

Konu Türkiye’de yaşadıkları zorluklara geliyor. Savra, kadın olarak da insan olarak da dil konusunda çok zorlandığını, kendini anlatamamanın zor bir durum olduğunu ve fakat en çok da ‘kötü niyetli insanlarla’ uğraşmaktan ve ‘bakışlardan’ rahatsız olduğunu dile getiriyor. “Çalışmasam aç kalıyoruz, çalışırsam çocuklarıma bakamıyorum” diyen Savra, ‘kötü niyetli insanlarla uğraşmak zorunda’ kaldığını, bu yüzden tek başına dışarı bile çıkmadığını “Her zaman bir korkuyla yaşıyorum çünkü insanlar kötü bakıyor bize” diyerek ifade ediyor. Emirasilu ve Celile ise en çok Suriyelilere yönelik algıdan rahatsız. Öyle ki sırf bu yüzden evlerinden dışarı çıkmak istemediklerini Savra gibi sitemkâr bir şekilde dile getiriyorlar.

Celile ‘Türkiye’de mülteci bir kadın olmak zannedersem Suriyeli olunca daha da zorlaşıyor. Suriyeli kelimesi hakaret olarak kullanılıyor’ derken, Emirasilu yolda gördüğü kadınlara selam vermek istediğini fakat selamı almamak bir yana, aşağılayıcı bir şekilde baktıklarını söylüyor. “En ağrıma giden bunlar Suriyeli, pis Suriyeli diye seslenmeleri” ifadelerini kullanan Emirasilu sırf bu yüzden sokağa adım bile atmadığını söylüyor.

“Savaşta kadın olmak, namusunuza ne olursa olsun sahip çıkmanız gerektiği için zordur. Hele ki kızınız varsa daha büyük bir sorumluluk demektir”

Kadın olmak dünyanın her yerinde zor. Sohbetimize savaşta kadın olmaktan devam edelim diyecekken cümlem daha noktalanmadan Savra yine söze giriyor: Evet öyle. Bir defa dört çocuklu bir kadınım, onları korumak zorundayım. Büyük bir korku içerisinde korumasız bir şekilde onları korumaya çalışıyorum. Bir defa kimseye güvenemiyoruz. Her an herkesten kötülük gelecek gibi hissediyoruz.

Celile de hem kadın olmanın hem de anne olmanın zorluklarına değinerek “Savaşta kadın olmak, namusunuza ne olursa olsun sahip çıkmanız gerektiği için zordur. Hele ki kızınız varsa daha büyük bir sorumluluk demektir. Her an şerefinizin zarar göreceğinin korkusu var üzerinizde” diyerek Savra’nın görüşlerini paylaşıyor.

Yedi çocuk annesi Emirasilu’yu ise en çok çocuklarının korkuları düşündürüyor savaşta kadın olmayı konuşurken. ‘Savaşın barbarlığına’ ve ‘vahşetine’ tanık olan en küçük çocuğu dahi korku kökenli hastalıklar geçiriyormuş. Emirasilu, “Hem annesiniz, koruyucusunuz, çocukların güvenliği sizin sorumluluğunuzda, kendinizi korumanız gerekiyor, anne evin esasıdır, evin direği annedir, bütün yük annenin sırtındadır” diye iç geçirdikten sonra çocuklarının bir türlü savaşta yaşadıklarını unutamadığını tekrar ediyor.

Emiraslu’dan sonra Yeskil de aynı istikamette sözü devralıyor. Büyükler olarak bir şeylerin farkında olduklarını fakat çocukların ne olup bittiğini anlamadığını, korku ve dehşet içinde olaylara seyirci kaldığını ifade ediyor. Kadınların aynı şekilde korku içinde yaşadığını, savaşlarda çok daha korunaksız olduklarını ve savaş ganimeti olarak görüldüklerine dikkat çeken Yeskil “Kadınlar da aynı şekilde korkuyla yaşıyorlar. Çünkü herkesten zarar görebiliriz. Genç kızların korkusu daha fazla. Zarar vermek daha kolay görünüyor. Namus ve şerefimizi koruyamamaktan korkuyoruz. Suriye’de devletten de askerden de savaşçılardan da korkuyoruz kadın olarak. Hangisine karşı güvenimi sağlayacağım? Bu mümkün mü?” diye soruyor.

En büyük korkuları cinsel taciz

Tam bu noktada “ırkçılığa, tacize uğradınız mı” diye soruyoruz? Yerel halkla yaşadıkları zorlukları değerlendirmelerini istiyoruz. İki buçuk senedir Diyarbakır’da Kürtlerin yoğunlukta yaşadığını bir semtte yaşadığını belirten Savra “Kürtçe konuşuyor komşular. Aynı dili konuşmuyoruz. Dili öğrenmeye çalışıyoruz. Her yerde olduğu gibi burada da iyi insanlar da var, kötü insanlar da” diyerek paylaşıyor izlenimlerini.  Daha sonra da ev arama sürecinde yaşadığı mağduriyeti anlatıyor. Uzunca bir süredir ev aradığını aktaran Savra, ev tuttuğu apartmandaki insanların kendilerini aşağıladıklarını ve ev sahibine ‘Suriyelilere neden ev veriyorsunuz’ diyerek kızdıklarını aktarıyor. Sevra sözlerine şöyle devam ediyor: Çoğu zaman komşular çöplerini Suriyelilerin kapısının önüne bırakıyorlardı. Çocuklara Suriyelilere küfredin diyorlardı. Bir süre sonra çocuklarımızı dışarı göndermedik. Çünkü diğer çocuklar onları aşağılıyor, vuruyorlardı. Ellerinde ne varsa zorla alıyorlardı. İyi komşulardan yardım istiyorduk. Bizler eşlerimizle beraber çıktığımızda bize kötü bakmıyorlar. Fakat tek çıkamıyoruz. Bir kere genç bir kızımızı taciz etmişlerdi.

Emirasilu da “biz Arapça konuştuğumuzda siz Arap mısınız Kürt müsünüz diye soruyorlar. ‘Kürdüz’ dediğimizde ‘Niye o zaman Arapça konuşuyorsunuz’ diye tersliyorlar bizi. Biz de ‘Siz Türkiye’de Türkçe ve Kürtçeyi öğrendiğiniz gibi biz de Suriye’de Arapça ve Kürtçe’yi öğrendik’ diyoruz. Bizden ne istiyorlar gerçekten anlamıyorum” diyerek Arapça konuşması nedeniyle ön yargılara maruz kaldığını anlatıyor.  Savra’nın da yukarıda dile getirdiği gibi yaşadıkları korku nedeniyle özellikle genç kızlarının sokağa çıkmasına izin vermediğini, diğer çocuklarının da her dışarı çıktığında diğer çocuklar tarafından dövüldüğünü, bu sorunları için hiçbir yere başvuramadığını çaresizce söylüyor.

İki senedir Diyarbakır’da yaşayan Celile ise yerel halkın belirli bir bölümünün Suriyeli kadınları ahlaksız olarak gördüğünü dile getiriyor. ‘Ciddi bir baskı altında yaşıyoruz’ diyen Celile’nin aktardığına göre çocuklar, komşu çocukları ile kavga ettiğinde, ilk önce ‘Suriyeliler evden dışarı çıkmayacak’ diye, tartışma biraz daha uzarsa da, bu sefer ‘polis çağırmakla’ tehdit ediliyorlar.  Son olarak yine iki senedir Diyarbakır’da yaşayan Yeskil söz alıyor. Yeskil “Bazı insanlar hiçbir şeyi hak etmediğimizi düşünüyorlar. Arkamızdan Suriyeli diye bağırıyorlar. Camlarımızı kırıyorlar. Kişiliğimiz yaralanıyor. Korkuyoruz…” diyor.

 

Sohbetimizin sonuna yaklaşırken iletişimde oldukları, destek aldıkları sivil toplum örgütlerinden, kamu kurum ve kuruluşlarından söz açılıyor. Celile, Hayata Destek Derneği, SOHRAM ve Kızılay’dan yardım aldığını söylüyor. Kayıtları olmadığı için henüz herhangi bir kamu kurumundan yardım alamamış. Dilinden dökülen kelimelere göre SOHRAM’ın özel bir yeri ver var Celile’nin hayatında  zira gidip konuşarak, rahatladığı ve maddi destek aldığı SOHRAM ona, dikiş makinesi de vererek kendisini ‘işe yarar’ hissettirmiş. Aynı şekilde Celile’nin çocukları da SOHRAM’a gelip gitmeye başlayınca daha bir özgüvenli hissetmeye başlamışlar. Celile sözlerine şöyle devam ediyor: Şimdiye kadar STK’lar bize ulaşıp yardım ediyorlardı. Ama kira yardımını istiyoruz. Bizim belimizi büküyor. 16 kişi aynı evde kalıyoruz. Bunun bilinmesini istiyorum. Yardımlar daha düzenli hale gelsin istiyoruz. Kira bize büyük bir yük. Suriyelilerin sayısı arttıkça kiraları yükseltiyorlar.

 

Savra ise belediyenden ve bazı sivil toplum kuruluşlarından yardım aldığını fakat bazı insanlar tarafından “Sizin yüzünüzden biz yardım alamıyoruz” gibi kötü muameleye maruz kaldığını anlatıyor. Savra “Devletin elinde hepimizin adresleri var. Bize ulaşabilirler. Devlet ve STK’lar beraber çalışabilir bu konuda” diyor.

Sohbetin sonuna doğru doğallığında bir soru gelişiyor. “Neden Suriye’ye dönmek istiyorsunuz?” diye soruyoruz. Celile “Bir an önce vatanıma kavuşmak istiyorum. Tek hayalim bu” derken, Yesil “Savaş biter bitmez, şartlar ne olursa olsun gideceğiz” diyor. Fakat Suriye’ye dönme konusunda Savra ve Emirasilu daha temkinli. Emirasilu benzer şeyler yaşamaktan koktuklarını ifade ederek dönmenin zor olduğunu Suriye’nin eskisi gibi olmayacağına inandığını söylüyor.  Savra ise savaşın sürmesi halinde Türkiye’da daha iyi imkanlarda kalmak istediklerini fakat Türkiye’de bir gelecek göremediklerini ve bu yüzden bir an önce vatanlarına kavuşmak istediklerini aktarıyor.

Savaşın yıkımının en yoğun zamanlarından geçerken her zaman ki gibi en ağır bedelleri yine çocuklar ve kadınlar ödüyor. Kadınların yaşadığı erkek şiddeti savaş ve mülteci olma durumunda daha yoğunlaşıyor. Sivil toplum kuruluşlarının ne kadar önemi bir rol üstlendiği bir daha anlaşılmış oluyor. Bölgede hak temelli çalışan, insani yardım ve dezavantajlı gruplarla çalışan birçok dernek ve sivil toplum kuruluşu, OHAL kapsamında yayınlanan kararnamelerle kapatıldı. Bu durum ihtiyaç sahibi toplulukları, kadınları ve çocukları birinci derecede etkiliyor.**

 

Ana görsel: IŞİD şiddetinden kaçan bir  Ezidi bir kadın Şengal Dağı’na doğru ilerliyor (Reuters 14 Ağustos 2014)

*Ropörtajı gerçekleştiren: Ronahi Kahraman

**Bu haber Sivil Sayfalar, Reçel Blog, Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği ve İsveç Baş Konsolosluğu ortaklığında gerçekleştirilen Sivil Toplum Haberciliği Kadın Odaklı Kuruluşlarla Haber Atölyesi kapsamında hazırlanmış ve yayına alınmıştır.
Düzelti: Erdal Aktaş