Diyarbakır’da Çocuklardan Savaşı Öğrenmek

Yıllardır sivil toplum içerisinde yer almaya, Kürt meselesi de dahil olmak üzere birçok konuda etkinliklere katılmaya, sözümü söylemeye, var olan sorun ve yanlışlara dair sözümü yükseltmeye çalışıyorum. *Ancak benim için hiçbir tecrübe geçen yıl öğretmenliğe başladığımda yaşadıklarım kadar vurucu ve dönüştürücü olmadı. Öğretmenliğim vesilesiyle iletişime geçtiğim çocuklarla yaşadıklarımdan kısa bir derleme yapmak istedim: “Öğretmenim biz […]

Yıllardır sivil toplum içerisinde yer almaya, Kürt meselesi de dahil olmak üzere birçok konuda etkinliklere katılmaya, sözümü söylemeye, var olan sorun ve yanlışlara dair sözümü yükseltmeye çalışıyorum. *Ancak benim için hiçbir tecrübe geçen yıl öğretmenliğe başladığımda yaşadıklarım kadar vurucu ve dönüştürücü olmadı. Öğretmenliğim vesilesiyle iletişime geçtiğim çocuklarla yaşadıklarımdan kısa bir derleme yapmak istedim:

“Öğretmenim biz Türk değiliz, mutlu değiliz ?”

İlk tecrübemi halihazırda öğretmenliğe ilk adımla yaşıyorum. Öğretmenliğimin ilk yılındayım ve öğrencilerim de henüz birinci sınıftalar. Hepimiz için yeni bir dünya. Çocuklar tek kelime Türkçe bilmiyor. Oysa ben onlara varlıkların birbirlerine göre durumlarını anlatmaya başlayacaktım. Öyle yapmıştım tüm planları. Başladım her şeyi okula taşımaya. Bu elma, bu toka, bu kitap, bu karpuz, bu boş bardak, ‘hayır!’ o dolu bardak. Kasım ayına gelmeden başladılar ‘çat pat’  Türkçe konuşmaya. Konuşmaya başlayan öğrencilerimden biri ” Öğretmenim, biz Türk değiliz, mutlu değiliz?”  diye sordu bana.

Soruda soru eki yok. Anlamaya çalışıp afalladım. İzahı olmayan bir soru sormuştu. Oradaki devlet bendim. Çocuğun devletle ilk karşılaşması bendim ve devlet olarak ilk fireyi vermiştim. Oysa Türk olmayan ben, o yaşlarda varlığımı Türk varlığına armağan ediyordum. Günler geçmeye başladıkça benim sancılarım artıyordu. Cevapsız sorular çoğalıyor, ben yani devlet küçülüyor, silikleşiyordu.

“Öğretmenim ben bir şarkı söyleyeceğim ama siz kızacaksınız “

Kendi ilkokul yıllarımdaki müzik derslerinden hatırladığım bir söz vardı: Halk yöresinde bildiği şarkılar söyler. Bu söz,  halk ve konuşulan dilin devamlılık içinde ayrılmaz yapısını da ifade ediyor.  Bir gün müzik dersinde öğrencim, “Öğretmenim, ben bir şarkı söyleyeceğim ama siz kızacaksınız” dedi. Çünkü şarkı Kürtçe’ydi. Şarkıyı söyledi ama ekleme yapmayı da ihmal etmedi: Öğretmenim devlet gelince söylemeyeceğim değil mi?

Çocukları dilinden, mahallesinden, dedesiyle anılarından, tekerlemelerinden, türkülerinden kopardık. Kendilerini tanımaya başladıkları ilk andan itibaren kısıtladık. Okulda başka, sokakta başka çocuklar oldular. İçlerinde hep bir söyleyememişlik, hep bir yarım kalmışlık…

“Bunlar Kürtler uzaktan bakıyorlar”

Bir tecrübemi de resim dersinden aktarayım. Sınıfta 23 Nisan etkinlikleri için resim yapıyorduk. Resim yaparken  öğrencilerime “yaptığınız resimleri anlatın” diyordum. Öğrencilerimden birinin yaptığı bir resim dikkatimi çekti: Resmin merkezin bir yerde oynayan bir sürü çocuk, kâğıdın öbür köşesinde ise onlardan ayrı üç beş çocuk. Öğrencime bu nedir diye sorduğumda: Öğretmenim bunlar Türklerdir. Kendilerine oynuyorlar (Kendilerine Kürtçe bir kelimedir). Bunlar da Kürtlerdir. Türkler dövmüş onları kendilerine uzaktan bakıyorlar.  Ben, yani devlet daha ilk bayramda oyun dışı bırakmıştım çocukları.

Yıllar geçti sonra Türkçe kitabında “Eskici ile Hasan’ı” okuduk çocuklarla. İstanbul’dan koparılan, Arabistan’a akrabasına gönderilen küçük Hasan’ın hikayesi. Hikayenin teması “Hasan Türkçeyi unutmasındı, dil önemliydi ve korunsundu”. Bunları söylerken artık ben yani devlet, karanlıktım. Söylediklerimin altında eziliyordum. Hiç bilmediği bir dilin muhafazası için onu mücadeleye zorlarken, kendi dilini büyük bir zevkle unutturuyor, konuşturmuyor, cezalandırıyordum. Ve anlıyorlardı. Oysa küçücük çocukların oyundan başka hiçbir şeyi bilmemesi gerekirdi…

Anlattıklarım şahitlik yaptığım  hikayelerden yalnızca bir kaçı… Elektrik yok, su  yok, öğretmenden başka devlet yok. Köydeki tek devlet öğretmen. O da, ondan olmadığı biri gibi davranmasını istiyor, zorluyor.

Tüm bu hikaye ve anekdotlardan yola çıkarak söyleyebiliriz ki: Bölgenin çocukları, ülkenin herhangi bir yerindeki çocuklardan çok erken büyüyor, politize oluyor, sorgulamaya çok erken yaşta başlıyor, sonucunda kimlik sıkıntıları çekiyor, doğuştan kazandığı annesinin ak sütü gibi helal olan “dil” i haram olarak görülüyor, aklımda bir ayet yankılanıyor: Renkleriniz ve dilleriniz Allah’ın ayetleridir.

Yaptığımız tüm işlerde, geleceğe yönelik, barışa yönelik tüm planlarımızda burada bahsi geçen çocukları da göz önüne almamız, onların savaşa sıkışan, örselenen hayal güçlerini de dikkate aldığımız bir barış çağrısında bulunmamız önemini her zaman koruyor.

*Yazarının talebi uyarınca kendisinin ismi belirtilmemiştir.

**Ana görsel Haber 7 sitesinden alınmıştır. 90’lı yıllara ait olduğu tahmin edilen fotoğrafta üniformalı askerler, çocuklara  (muhtemelen Kürt asıllı)  Mustafa Kemal Atatürk’e ait “Ne mutlu Türküm” diyene ifadesini yazmayı ‘öğretiyor’.

Bu yazı Sivil Sayfalar, Reçel Blog, Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği ve İsveç Baş Konsolosluğu ortaklığında gerçekleştirilen Sivil Toplum Haberciliği Kadın Odaklı Kuruluşlarla Haber Atölyesi kapsamında yazılmış ve yayına alınmıştır.