Cihangir İslam: Muhafazakâr siyasetin kaynağı milletten devlete kaydı, geleneğin sivil karakteri yıprandı

Türkiye’nin yönetim sistemini değiştiren anayasa değişikliği referandumu yapıldı. Şimdi medya, sivil toplum, akademi, siyaset ve iş dünyası sonuçları anlamaya, bundan sonrasına ilişkin öngörülerde bulunmaya ve pozisyonlarını tayin etmeye çalışıyor. Referandum ile anayasal bir değişiklik oldu ancak bu değişiklik toplumun farklı kesimlerince benimsenmiş geniş bir mutabakat ile olmadı. Buna rağmen bundan sonra Türkiye’nin yönetim sistemi ve […]

Türkiye’nin yönetim sistemini değiştiren anayasa değişikliği referandumu yapıldı. Şimdi medya, sivil toplum, akademi, siyaset ve iş dünyası sonuçları anlamaya, bundan sonrasına ilişkin öngörülerde bulunmaya ve pozisyonlarını tayin etmeye çalışıyor. Referandum ile anayasal bir değişiklik oldu ancak bu değişiklik toplumun farklı kesimlerince benimsenmiş geniş bir mutabakat ile olmadı. Buna rağmen bundan sonra Türkiye’nin yönetim sistemi ve karar mekanizmalarını oluşturan kurumlarda köklü değişiklikler olacak. Parlamento artık hükümetlerin kurulduğu, temel politikalara ilişkin kararların alındığı ve alınan karaların siyasi temsilciler tarafından izlenip denetlendiği siyasetin ana merkezi olma özelliğinden uzaklaşacak. Hükümet ise seçilmişlerin değil atanmışların oluşturduğu siyasi olmaktan ziyade teknokrat karakterli bir heyete dönüşecek. Dolayısıyla hükümet, hem siyaset hem de sivil toplum için etkilenmesi hedeflenecek bir adres olmaktan çıkacak. Görünen o ki, temel siyasi kararlar Beştepe etrafında oluşan küçük bir elitler halkası içinde alınacak. O vakit misyonunu, kararları etkilemek olarak gören sivil toplumdan siyasete, her özne için artık yeni bir adres var. Şimdilik belirsiz olansa bu adres ile ne tür iletişim ve müzakere kanalları kurulabileceği.

Bugün ilkine başladığımız röportajlar serisinde referandumun neyi değiştirmeyi hedeflediğini, neyi değiştirdiğini, bundan sonra nasıl bir siyasi hayatın oluşacağını ve sivil toplum-siyaset ilişkilerinin nasıl bir döneme girdiğini konuşacağız. Bu konuşmaları sivil toplum kuruluşları, yurttaş inisiyatifleri, düşünce dünyası temsilcileri ile yapacağız. İlk konuğumuz Cihangir İslam.*

Profesör Dr. Cihangir İslam, Saadet Partisi, Has Parti ve Mazlum-Der’in kurucularındandır. Kısa bir süre Saadet Partisi’nde bulunmuş, daha sonra HAS Parti’de yer almış; her iki partide de hem kurucular kurulu üyeliği hem de GİK üyeliği yapmıştır. Numan Kurtulmuş ve arkadaşlarının AK Parti’ye katılmalarını şiddetle eleştiren, beş profesörün imzaladığı deklarasyona imza koyan isimlerden biriydi Cihangir İslam. Prof. Dr. İslam, Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile görevine son verilen akademisyenlerdendir.

 

AK Parti Türkiye’nin karar mekanizmalarında bir değişiklik yapmak üzere referanduma gitti ve bunu büyük bir destekle olmasa da başardı. Sizce neyi tam olarak değiştirmek istedi ve referandumla neyi değiştirmiş oldu?

Bu hedeflerin iki boyutlu olduğunu görebiliriz. İlki dışa dönük olan diğer ise kendi içinde koyduğu hedefler. Başkanlık sisteminin bize nasıl tarif edildiğini hatırlayalım; öncelikle mevcut sistem Türkiye’nin önünü tıkayan, icraatı yavaşlatan bir sistem olarak tanımlandı. Ek olarak vesayete açık bir sistem olarak tanımlandı. Bunu aşmanın yolunun ise güçlü, yarı dokunulmaz bir başkanlık olabileceği söylendi. Bu bize anlattığı şekliydi. Peki kendi iç siyasi kadrolarına bunu nasıl anlattı? Bu ülkede halkın üçte ikisini muhafazakar, sağcı veya muhafazakar-milliyetçi diyerek tanımladı ve iktidarın parçalanmış siyaset içerisinde de bu kitlenin elinde kalması için böyle bir yol geliştirdi. Parçalanmış siyaset ne yapıyordu? Geçmişte Mesut Yılmaz-Tansu Çiller örneğinden yola çıkarsak, beş parçalı siyaset yaşadık o günlerde, hükümet kurmayı beceremiyordu merkez sağ partiler. En sonunda bir Refah-Yol denemesi oldu ve bunların da hepsi müdahaleye açıktı. Bu özette haklılık payları var fakat ortaya konan öncüllerle varılan sonucu karşılaştırdığımızda bir uyumsuzluk olduğunu görüyoruz. Artı, koalisyonlar zararlı olarak gösterildi ki, bence koalisyonları zararlı mekanizmalar olarak görmek gerçekçi olmaz. Mesela CHP-MSP koalisyonu gerçekten başarılı ve Türkiye’de birbirine küskün iki toplumu bir araya getirmiş bir koalisyondu. Devlet açısından bakarsanız, Kıbrıs meselesini gündeme getirebilmiş ve meseleye müdahil olabilmiştir. Olayın politik tartışmalarını bir kenara bırakıyorum. Yani hızlı adım atabilmiş ve çok önemli bir karar alıp bunu uygulamaya geçirebilmiştir. Yine çok başarılı ama çalıştırılmayan hükümetlerden bir tanesi bence Erbakan-Çiller hükümetidir, Refah-Yol hükümetidir. Bunları dikkate aldığımızda aslında koalisyonların problem olmadığını, dayatılan koalisyonların problem haline getirilebildiğini… Yani vesayet üzerinden dayatılan koalisyonların problem olduğunu görebiliriz. Evet vesayet aşılması gereken bir şeydir ama şu anda vesayeti zaten aşmış durumdayız. 15 Temmuz darbesi bize vesayetin ortadan kalktığını da gösterdi. Bütün TSK’yı arkasına alamayan bir darbe girişiminin son çırpınışlar ya da başka amaçlara yönelik, geçmişteki darbe girişimlerinden farklı gerekçelere  yönelik bir teşebbüs olduğunu gösterdi. Neticede şunu söylemek istiyorum; koalisyonları aşmanın yöntemi ve başta saydığımız diğer gerekçelerle birlikte sonuca ulaşması çok tutarlı ve kendi içinde uyumlu bir mantık silsilesini ortaya koymuyor. Yapılması gereken şuydu; icranın önünü açmak için 12 Eylül Anayasası’yla güçlendirilen sorumsuz cumhurbaşkanını sembolik konuma indirmek ve icrayı güçlendirmek. Yani başbakanı, hükümeti ve bu sırada yasama ve yargıyı da güçlendirmek. Cumhurbaşkanının elinden bu yetkiler alınıp cumhurbaşkanlığını sembolik ve dışa dönük, ülkeyi temsil eden yüzü olan bir mevki haline getirmek. Türkiye’nin yapısı için de bu daha gerçekçi bir çözüm olurdu. Fakat mevcut değişikliğin pratikte yaptığı şey 12 Eylül Anayasası’nı, mevcut anayasayı güçlendirmekten başka bir şey değil.

Aslında Ak Parti bu anayasa değişikliğine gelmeden önce, çözüm sürecinin işlediği dönemde başka bir iş birliği içindeydi. Kürt siyasetinin temsilcileri ile müzakere ederken anayasayı değiştirmesi bekleniyordu. Fakat bugünkü anayasa değişikliğinde MHP ile ittifak kurdu ve o döneme göre tam tersi bir anayasa içeriği ortaya konmuş oldu. Kurduğu ittifaklar da bir faktör oldu mu öyleyse?

Bu noktaya nasıl gelindiğini aslında Ak Parti’deki siyasetin kırılmasıyla izah edebiliriz. 2010’lara kadar, hatırlarsanız, Ak Parti bir kitle partisinin yapması gerekeni çok iyi bir şekilde ortaya koyuyordu ve hiç ummadığı kesimlerin desteğini de almıştı. Tabanın siyasi taleplerini tespit ediyordu ve bu talepleri bir kıdem sırasına koyarak parti politikası haline getiriyordu. Belki bütün görüşlerden oy alabildiği bir dönemdi bu dönem. Demokratikleşme, insan hakları lehine atılan bir çok adım vardı. Bu millet de karşılığını gerçekten vefalı bir şekilde ona vermiştir. Fakat özellikle bu devlet içindeki bazı yapılanmalarla, yani geçmişte müttefik olduğu yapılanmalarla ters düştükten sonra AK Parti siyasetinde biz bir kırılma görüyoruz. Halkın siyasi taleplerini bırakıp kendi partisinin tepesinden bir takım çıkarımları adeta siyasi talep haline getirme zor kullanması, yani yukarıdan aşağıya dediğimiz siyasetin geçerli olduğunu görüyoruz. İşte Ak Parti’deki büyük değişikliği buradaki kırılma ile izah edebiliriz.

15 Temmuz bu siyasi dönüşümün kristalleşmesidir. 15 Temmuz akşamı meclisteki dört parti ortak deklarasyon yayınladı. Hepsi darbeye karşı ortak tavrı benimsedi. Peki Yenikapı’da ne oldu? HDP arabadan indirildi ve üç partiyle yapıldı miting. Sayın Kılıçdaroğlu’nun gitmesi yönünde eleştiriyorlar ki ben eleştirmiyorum. Daha sonra anayasa taslağının tartışıldığı masaya CHP oturdu ama CHP’yi o masadan kaldırmak için AK Parti ve MHP tarafından o kadar büyük manevralar yapıldı ki, CHP o masayı terk etmek zorunda kaldı bir anlamda. Böylece dört partiden ikiye indik. Şimdi görüyoruz ki AK Parti bu yolun devamını yalnız yürüyecektir. MHP zaten başka bir ekibin eline geçmiş durumdaydı. Referandum da bize bunu gösterdi. Yani 1 Kasım seçimini düşünürsek; yüzde 63’lere varan oy potansiyeli vardı. Hatta diğer küçük grupların, HÜDA-PAR, BBP gibi grupların desteğini de düşünürsek ‘evet’ oyuna yüzde 65’le başladı ve yüzde 51.4’e düştü. Bu kaybın AK Parti’den kayıp mı, MHP’den kayıp mı yoksa ikisinden birden kayıp ve dışarıdan da beklenmedik birtakım destekler mi oldu ki mutlaka olmuştur, bunun analizini yapmak araştırmacıların işi.

“Devleti ele geçirmek ve dönüştürmek üzere işe başlayan AK Parti’nin devlet tarafından ele geçirildiği bir dönemdeyiz.”

Bu ittifakın geleceğini nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce Ak Parti, MHP ile birlikte yürüyecek mi yoksa onu da arabadan indirip yola tek başına mı devam edecek ya da başka iş birliklerine açık hale mi gelecek?

15 Temmuz’da bir şey daha gördük. Bütün siyasi yapılar ikiye ayrıldı. Buna direnen bir tek CHP var. CHP’de bir yarılma beklemiyoruz. Yani en kötü şartlarda yüzde 24, en iyi şartlarda yüzde 26 arasında gidip gelen bir kitle. Fakat diğerlerine baktığımızda 15 Temmuz’un bütün partilerde bir yarılmaya sebep olduğunu görebiliyoruz. Yani kitleler ayrıştı. Daha sonraki MHP ittifakının, bugünkü MHP tabanını ne kadar temsil ettiği bir muamma.

Ak Parti 2010’lara kadarki süreç içerisinde aslında ülkenin farklı seslerine kendi siyasetinin içerisinde yer veriyor dediniz. Fakat bu seslere kendini kapatmaya başlamış durumda. MHP ise zaten bu seslere açık olmaktan uzak. Bu ittifak AK Parti’nin kendini daha çok kapatacağını mı işaret ediyor bize?

AK Parti kendi içerisinde öz eleştiri mekanizmalarını harekete geçirdikten sonra fabrika ayarlarına dönmezse bu kapanma devam edecek. Bu kapanma nedensiz bir kapanma değil yani şu anda AK Parti devleti ele geçirmek istemiş gibi görünüyor. Bu ülkede her siyasi partinin rüyası haline gelen bir durum maalesef. Çünkü objektif tanımlarla işleyen bir sistemimiz yok. Bunun olmaması bize her dönemde büyük kadro değişiklikleri yaşatabiliyor. Kaldı ki bir sene içerisinde köklü değişiklikleri görüyoruz. Bu değişikliklerin prensiplere bağlı olmamasını itaat ve sadakat mekanizmasına bağlıyorum.

Şu anda devleti ele geçirmek ve dönüştürmek üzere işe başlayan AK Parti’nin devlet tarafından ele geçirildiği bir dönemdeyiz. Çünkü ben şu anda AK Parti’nin kendi politikalarını özgürce uygulayamadığını görüyorum. Bugün öyle politikalar görüyoruz ki, AK Parti’yi kuruluşundan beri eleştiren bir insanım ama, bazı politikaları kendi rasyonaliteleri içerisine de yerleştiremiyorum. Yani “Bu AK Parti değil” diyorum. Neye dönüştü peki? Bir laf vardı hani “Fikirlerimiz iktidarda” diye; sayın Devlet Bahçeli daha kibar davranıyor ve bu kadar yüksek sesle söylemiyor ama şu an tam olarak MHP’nin fikirlerinin iktidarda olduğunu görüyoruz. Bu taban üzerinde çok büyük alerji yaratıyor. Fakat şu anda sayın Erdoğan bunu kendi karizmasıyla, gücüyle bertaraf etmeyi becerebiliyor.

Siz AK Parti’nin içinde bir tartışma bekliyor musunuz? “Nasıl oldu da biz MHP’yle bu ittifakı yapabildik?”, “Nasıl oldu da değiştirmeye çalıştığımız devlet politikalarının bir parçası haline gelebildik?” diyen bir AK Parti grubunun ortaya çıkabileceğini ve bir tartışma başlatabileceklerini düşünüyor musunuz?

Bu tartışma iki partide de başlayacak. Yani yüzde 63’ün yüzde %51’e düştüğü bir ortamda “Kedi buradaysa ciğer nerede?” hadisesi yaşanacak. Önemli olan şudur, yüzde 51.4’le anayasayı değiştirdiniz, peki amaç neydi? Amaç şuydu; muhafazakâr bir insanın, daima cumhurbaşkanı seçilebilmesini, aynı kitle içinden çıkmasını garanti altına almak. Bu baştan beri benim söylediğim, bu içerik olarak tuzak bir anayasadır ve o tuzağa siz de kapılabilirsiniz. Artı bunun ahlaki olarak da bir haksızlık olduğunu düşünüyorum çünkü bir anayasayı bu ülkede yaşayan hepimizin, yani bazılarının zenginlik dediği ama benim kurucu unsurlar demeyi tercih ettiğim… Çünkü zenginlikten kurtulabilirsiniz, zenginlik sizin malınız, mülkünüz, sahip olduğunuz şeydir, bir arazdır neticede ama bütün bu ülkede yaşayan, Türkiye’nin özüne ait insanlar olduğunu yani değişmeze ait insanlar olduğunu kabul ediyorum. Siyasete de bu noktadan başlamamız gerektiğini kabul ediyorum. Tabii ki bir takım tartışmaları taban önümüze getirecektir. Bu yüzde 12, yani ‘evet’ blokunun içerisinden hareket eden yüzde 12 ‘hayır’ oyu vererek Türkiye’de farklı gruplarla ilkesel bir beraberliğin içerisinde girmiştir. Ben bunu sokağın 15 Temmuzuyla açıklıyorum. Oraya dönelim tekrar. ‘Saray’ 15 Temmuz’dan bir anlamda başkanlık kotarmaya çalıştı. Bence bu, bu topluma sadakati vurgulayan bir davranış olmaz. Ben olsam bütün toplumu masanın etrafına toplar, çağıracağımız yer neresiyse artık; saraysa saray, büyük bir yuvarlak masanın etrafına toplayarak “Bu iş böyle gitmeyecek, gelin bir anasaya yapalım” derdim. Fakat maalesef öyle olmadı. Türkiye’nin kutuplaşma üzerinden adeta yok sayılan bir kesimi bu tartışmanın dışına atıldı ama güzel olan şudur ki; sağ veya milliyetçi veya muhafazakâr veya inançlı kesimden önemli bir parça koptu ve “Anayasa öyle yapılmaz” dedi. Bu benim tutunduğum umuttur Türkiye’de. Buna karşılık veren, son derece heterojen olan; içinde CHP’nin, HDP’nin, Alevilerin olduğu kesim de buna ilkesel bir karşılık vermedi ama ilkesel karşılık verenleri de biliyorum. İşte bu iki taraftan da prensipler üzerine hareket eden insanların çok iyi bir noktaya geleceğini düşünüyorum. Sokağın 15 Temmuz’u dediğim insanlar da bu insanlar. Türkiye’de demokrasiyi, insan haklarını, çoğulculuğu ayakta tutmaya çalışanlardır. Bakın 15 Temmuz’a bir dönüş yapayım müsaadenizle, 15 Temmuz’da şu dendi; “Biz demokrasi istiyoruz” dendi. “Biz bu ülkede herkesin inandığı ve inanmadığı gibi yaşamasını, özgürce yaşamasını, hukuk devletinin yürürlükte olmasını istiyoruz”, “Din özgürlüğünün veya inanmama özgürlüğünün herkes için geçerli olduğu bir ülke” dendi.  Bu noktalarda bu halk zımni olarak bir mutabakat ortaya koydu. Fakat maalesef ‘saray’ bunu başkanlık kotarma yönünde kullandı. Burada yüzde 49’un sahip çıktığı, gösterdiği şey sokağın 15 Temmuz’da istediği şeydir. O gece sokakta bir anayasa ortaya kondu. Bu başkanlık sistemi, bu tali değişiklikler bu esas taslağın önünü kesmeye yönelik bir girişimdir. Devlet eski reflekslerine döndü ve bu siyaset bugün AK Parti üzerinden yürütülüyor ama AK Parti tabanının da buna çok tahammül edeceğini zannetmiyorum. Şu nokta var, AK Parti hedefine yine ulaşamadı. Yüzde 51.5’le siz herhangi bir şeyi garanti edemezsiniz. Yani şunu söylemek istiyorum; milliyetçi, muhafazakar, mütedeyyin tabana da hitap eden ama diğer kesimlerin de onayını alabilecek bir aday sağ grubun oylarını alabilecektir. Burada bunun işareti verilmiştir. İşte referandum akşamı tanıdığımız sayılı siyasilerin galibiyete rağmen yüzlerinin asık olmasının nedenini de ben buna bağlıyorum. Çünkü bunun bir ‘Pirus Zaferi’ olduğunu onlar da görüyor. Sürdürülebilir bulmuyorlar. Milletin ilginç denge politikaları vardır. AK Parti iktidarında onaylanan başkanlığı tutar CHP’li bir siyasiye verir. Yani enteresan şeyler görebiliriz ileride. Tabii CHP’den demeyeyim de daha bağımsız bir şahsiyete verebilir.

Bu yeni bir krize sebep olabilir mi sizce?

Kriz bence sistemden kaynaklanan bir şey değil. Bizim yönetim kültürümüzden, yönetim anlayışımızdan kaynaklanıyor. Yoksa en kötü sistem bile bir şekilde yönetilebilir.

 “Özellikle başkanlık sistemi de yürürlüğe girerse, rasyonel başkanlık tipinin öne çıkacağı öngörüsünü taşıyorum .. Çünkü bu kadar büyük yetkilerin ancak rasyonel insanlara teslim edilebileceğini düşünüyorum. Başkanlık seçimlerinde çok büyük sürprizler yaşayabiliriz.”

Hukuki olarak yeni bir sisteme geçtik sonuç olarak. Ancak bu geçişin siyasi şartları oluşmuş gibi görünmüyor. Siz sokağın 15 Temmuz’u diyerek bu değişimi kabullenmeyen bir toplumsal mutabakat olduğuna işaret ediyorsunuz ve diyorsunuz ki “sokağın 15 Temmuz’u” birbiriyle uzun süredir konuşmayan, temas etmeyen kesimleri aynı prensipte birleştiren bir çerçeve oluşturuyor. Önümüzdeki dönemde farklılıkların birlikte yer alabileceği yeni bir zeminin oluştuğundan mı söz ediyorsunuz? Böyle bir imkân mı var?

Taraflarda yer alan küçük gruplar bu zemini zaten oluşturmuş durumdaydı. Ben iki tarafa da rahat girip çıkabilen, iki tarafta da kendi kimliğimle var olabilen, bu şekilde tartışabilen bir insanım. Türkiye’de sağ siyaset -buna merkez sağı da katıyorum, Refah hareketi, milliyetçi geleneği katıyorum- nispeten bunlar siyasetin tabandan belirlenmesine yönelik hareketler. Merkez sağ bu konuda daha zayıf kalmıştır fakat Milli Görüş hareketi, Erbakan hareketi bunun son derece ciddi bir şekilde altını çizmiştir. Siyasetin kaynağı devlet değildir, millettir. ‘Millet için devlet’ anlayışı ön plana çıkar. Bunu nerede test edersiniz? Bunu iktidar zamanında test edersiniz. Bunu bir konjonktüre dayalı olarak mı savunuyorsunuz yoksa bu sizin için kalıcı, sizi siz yapan prensiplerden biri mi? Bana kalırsa, yani ortalama bir müslüman gözüyle bakarsam bu prensiplerden bir tanesi de “Devlet insan içindir. İnsan devlet için bir malzeme değildir” olmalı. CHP’ye yani bunun karşısında yer alan geleneğe baktığımızdaysa cumhuriyet tarihi boyunca sırtını devlete yasladığını ve devletin serasında yetiştirildiğini görüyoruz. Fakat bu yapılar elbette ki kırıldı. Özellikle Milli Görüş kökenli fakat daha sonra gömleği çıkarsa da tabanı muhafaza eden AK Parti iktidarı devletleşti. Devleti yönetmek üzerine 15 yıllık vekaleti eline aldı ve devleti yönetiyor. Tabii ki de bu ilişkide bir takım değişiklikler ve dönüşümler oldu. Tabandan gelen siyaset dedik; bu işin bir tarafı. Aslında tarihsel olarak da, cumhuriyet tarihine baktığımızda da Türkiye’ye demokrasiyi, insan haklarını getiren bu sağ siyaset olmuştur. Demokrat Parti geleneği, onun devamı da Adalet Partisi geleneği olmuştur. AK Parti ile siyasetin kaynağı milletten devlete kaymıştır, bu geleneğin sivil karakteri zedelenmiştir.

AK Parti’nin siyasetinin kırılmasından sonra kutuplaştırıcı politika izlediğini gördük. Diğer gruplarla konuşan, hiç olmazsa anayasayı birlikte yapan prensipleri bir kenara bırakıp kutuplaştırıcı bir siyasete daldığını görüyoruz. İzlediği yeni siyasetin ayakta tutulması için bu kutuplaşmaya ihtiyacı var çünkü demokrasi, insan haklarının bir kenara bırakılması mütedeyyin hatta muhafazakar tabanın kolaylıkla kabul edeceği bir şey değildir. Türkiye’de darbelerden birçok kesim zarar görmüştür. Darbelerden veya olağanüstü yönetim şekillerinden mütedeyyin kesim de çok ciddi zararlar görmüştür. Yapılan birçok araştırma gösterdi ki, gerek kültürel anlamda gerek siyasi anlamda islami kesimin bir şeyler üretebilmesi, ortaya koyması ve rafineleştirmesi demokratik ortamlarda daha mümkün oluyor. Birçok grup için de söz konusudur bu, çünkü tabandan yükselen bir siyaseti gerektirir. Şu anki devlet ve AK Parti tarafından tabana dayatılan kutuplaştırmanın ve tabanın buna ne kadar tahammül edeceği de önümüzde bir soru işareti. Bu referandumda bu soruya ilk cevabı da görmüş olduk. ‘Evet’ blokundan kopan yüzde 12’lik bir kesim bu dayatmayı reddetti. Aslında ‘evet’ verenlerin içinde de ‘hayır’a uzak olmayan veya hayat pratiğinde diğer kesimlerle birlikte ve eşit şartlarda yaşamayı kabullenmiş çok büyük bir kesim olduğunu da görüyoruz. Fakat neticede herkes farklı kaygı ve hesaplarla oylarını kullanmış olabilir. Söylemek istediğim şudur; kutuplaştırıcı politika bu tabana yabancı bir politikadır. Tavandan tabana yani yukarıdan aşağıya politika da bu tabanı rahatsız edecektir. Şimdiden adeta özellikle mütedeyyin insanların geçmişte, erken cumhuriyet dönemine dair eleştirdikleri birçok şeyi kendilerinin politika olarak benimsediğini görüyoruz. Türkiye açısından da sakıncalı bir durum. Çok genel bakarsak, bir toplumun muhafazakar kesimleri o toplumun kimliğini korumakla birlikte değişimci kesimler de muhafazakar kesimlerin dünyaya adaptasyonlarını sağlar. Bu anlamda muhafazakar ve değişimci kesimler arasında bir denge vardır ve bu dengenin bozulması bir süredir AK Parti’nin yürüttüğü bir politika oldu. Bir şey daha ben hissettim, bu sadece bir his; sanki bu toplum karizmatik liderlerden sıkıldı gibi geliyor. Ben bundan sonra, özellikle başkanlık sistemi de yürürlüğe girerse, rasyonel başkanlık tipinin öne çıkacağı öngörüsünü taşıyorum ama bunu kanıtla derseniz nasıl kanıtlayacağımı bilemem. Çünkü bu kadar büyük yetkilerin ancak rasyonel insanlara teslim edilebileceğini düşünüyorum. Başkanlık seçimlerinde çok büyük sürprizler yaşayabiliriz. Bunun altını çizelim istiyorum.

Türkiye’de kararlar alınırken mecliste partiler tartışma yaşardı.  Farklı sesler duyulurdu ve büyük kararlar üzerinde bir etki oluşturma kapasitesi vardı. Şimdi öyle görünüyor ki Saray’ın etrafında bir meclis oluşacak ve orada küçük bir grup büyük kararları verme konusunda daha etkili olacak. Sizce Türkiye’de bundan sonra karar alma mekanizması farklı sesleri duyma yollarını kapatmış olacak mı? Ya da nasıl ve kime duyacak? Bir kararı etkilemek isteyenler kendilerini duyurabilmek için hangi kanalları kullanacak?

Görünüşte öyle olsa da fiilen Erdoğan’ın dışında karar alacak bir merci görümüyorum AK Parti içerisinde. İlk dönemlerin dışında hiç de tersi olmadı. Zaten baktığımızda Erdoğan’ın çevresi de yüzde yüz değiştiğini görüyoruz. Beraber yola çıkılan ve kurucu kişiler olarak adlandırılan insanların da şu anda Erdoğan’ın etrafında olmadığını fakat bambaşka ortamlardan gelen, Milli Görüş’ün içerisinde de bir rahle-i tedrisat görmemiş insanların etkili konumlarda olduğunu görüyoruz ki bu AK Parti içerisinde de çok eleştiri alan bir durum.

Peki kurucu kadroların değişmiş olması mı bugün devletleşme temayülünü ortaya koyuyor?

İç yapılarını bilemem ama ben size AK Parti içerisinde de önemli bir tartışma konusundan bahsedeyim. Mesela şimdi isim vererek canlarını sıkmak istemem ama içeriden muhalefete tahammül gösterilememiştir. Belli bir gazete etrafında, içeriden bir muhalefetin oluştuğunu görüyorsunuz ama bu insanların ‘sarayın’ yakın çevresi tarafından ekarte edildiğini söyleyebiliriz. Genelde gördüğüm şey; Erdoğan’ın üzerinde etkili olan ve tabanı da temsil etmeyen insanların kadroları doldurduğunu söyleyebilirim. Ben yine AK Parti’nin, bu yeni dönemde hükümetin de sayın Erdoğan’ın destekleri doğrultusunda bir takım icraatlara girişeceğini tahmin ediyorum.

Aleviler, Kürtler, kadınlar, sivil toplum kendini nasıl ifade edebilecek artık? Eskiden siyasi karakterler olan bakanlıkların kapısını çalmak mümkündü bir nebze. Tüm bunların değişebileceği bir döneme giriyoruz. Kim derdini kime anlatacak şimdi?

Bu sadece sivil toplum kuruluşları için değil, Ak Parti teşkilatları için de geçerli. Ben AK Parti teşkilatlarını çok hevessiz gördüm bu seçim kampanyaları sırasında. Çünkü bu sistem misal, Üsküdar AK Parti teşkilatının da havasını söndürür. Sonuçta her şey Beştepe’den halledilecekse, oradan gelen talimatlarla hareket edilecekse il başkanları, ilçe başkanları icra memurlarına dönüşebilir. Halbuki sağ siyasi partilerde tabanla ilişki çok önemlidir, çok kuvvetlidir. Bu insanlar aynı mekanları paylaşır, aynı yerlerde yaşarlar ve toplumsal talepler çok doğal olarak yukarıya, adeta bir bitki içindeki içindeki metabolizma gibi köklerden alır yukarıya taşır. Şimdi bir işinizi halletmek istiyorsanız Beştepe’nin yolunu tutacaksınız. ‘Saray’dan gelen talimatla il veya ilçe merkezlerinin kapısında gideceksiniz. Bu bir partinin de aslında kendi elini kolunu bağlaması, bir anlamda kendini atıl hale getirmesi anlamına gelir. Yani siyasi partilerin de gücünü zayıflatacak bir şey. Toplumla ilişkinin seyri değişecek. Meselelerin hepsi yukarıdan halledilecek.

Her zaman şunu söylüyorum; bu toplumda iki kültür var. Siz de, ben de hepimiz hem batı kültürünün hem de islam geleneğinin tarihsel sonucu olan bu kültürün etkisi altındayız. Bunun dışında yaşamamız mümkün değil ama böyle yukarıdan inme bir siyaset de bu iki literatürün temel esprisiyle çok ters. Bu çok önemli bir noktadır. Tarihin akışına da terstir. AK Parti muhtemelen kendi içerisinden yükselen tepkilerle bunu değişikliğe götürebilir yakın bir zamanda.

“Erdoğan’ın ve AK Partililerin daha güvence altına alınmasıyla birlikte Kürt meselesinde daha güçlü ve ciddi adımlar atılacaksa, bu sisteme katlanabilirim.”

Ben yeniden referandum sonuçlarına dönmek istiyorum. Kürt meselesi çözüme çok yaklaşmıştı. O dönemde karşılaştığımız fotoğraf bugün oldukça değişti. Sizce referandumdan sonra bu yeni sistem oluşmaya başladıkça Kürt meselesinin seyrinde bizi yeni bir durum bekliyor mu?

Kürt meselesi adına bugüne kadar ortaya konan herhangi bir siyaset hem MHP’yi hem de HDP’yi aynı pota içinde tutmaya yetmedi ama şöyle de bir gerçeğimiz var; bulacağımız çözüm hiç olmazsa bu ikisinden birinin itirazını içermemeli. Bu neticede bir mutabakatla çözülebilecek bir mesele. 7 Haziran HDP’si iki kesimi çok rahatsız etti; birinci olarak devlet reflekslerini uyandırdı, ikinci olarak benim  görebildiğim kadarıyla Kandil’i de çok rahatsız etti. Burada aslında bağımsız bir Kürt siyasetinin ne kadar istendiğini de derinlemesine araştırmak lazım. Kürt meselesinin çözümünde neticede elimizdeki en büyük şans, geçen 35 yıla rağmen tabanda yerleşmiş bir düşmanlığın hala tesis edilememiş olması. Devlet reflekslerine dönüş AK Parti’nin söylemini Kürt meselesinde de değiştirdi. Fakat bir umudum var ki, şu istemediğimiz sistem belki bize bir çözüm sunabilir. O zaman bu sisteme de katlanabilirim. Acaba şu sorunun çözümünde sayın Erdoğan’ın ve AK Partililerin daha güvence altına alınmasıyla birlikte daha güçlü ve ciddi adımlar atmalarına vesile olur mu? Espri bir yana, bunu sağlarsa inanın bu sisteme katlanabilirim.

Kürt tabanının da çok büyük ölçüde bir kopuş yaşamak istemediğini düşünüyorum. Kürt illerinde yıllarca çalıştım. Son derece derin ve samimi ilişkilerim var bölgeyle. Bu deneyimle baktığımda, insanların gerçekten kopmak istemediklerini görüyorum. Tabanın bu kadar hazır olduğu bir durumda herhalde cesur bir siyaset bu işin üstesinden gelebilir. Burada sayın başkana iş düşüyor. Bunu yaparsa kendisini ve partisini ileriye taşıyabilir. Türkiye’de tabandan gelmeyen hiçbir çözüm kalıcılık taşımaz. Fakat tabanda yeri olan her çözüm her türlü musibete rağmen çok dirençli bir çözüm olacaktır.

Saadet Partisi’nin ‘hayır’ vermesi, referandum süresinde Hak ve Adalet Platformu’nun çalışmalarına başlaması ve yine ‘hayır’ blokunda yer alması bize muhafazakar mahalle içerisinde bir yarılma olduğunu gösteriyor. Referandumdan sonra nasıl şekillenecek bu yarılma? İslami sivil toplum nasıl şekillenecek sizce?

Yarılmayı özetleyelim öncelikle. AK Parti iktidara geldikten sonra 2009’dan 2010’a kadar özellikle muhafazakar kesimden ciddi bir muhalefet hatırlayabiliyor musunuz? Tamam, ben Saadet Partisi kurucusuydum ama fiilen hocadan (Erbakan) izin alıp mesleğime, doktorluğa döndüm. Ne zaman tekrar ortaya çıktı muhalefet? Has Parti’yle 2011’lerde bir takım sesler yükseldi. Bu da ne üzerinden gündeme geldi? Özellikle yolsuzluklar ve gelir dağılımdaki dengesizliğin derinleşmesi üzerinden gündeme geldi. Bunun anlamı şudur; AK Parti’nin bir özelliği de şuydu, olumlu bütün politikaları içselleştirip kendi siyaseti haline getirebiliyordu. Muhalefet, muhalefet edemez hale gelmişti. Ne zamanki yolsuzluk iddiaları gündeme geldi, kibir gösterildi, anormal şehirleşme arttı ve kaba bir modernleşme vücut buldu bu sebeple bir muhalefet birikimi oldu. Bu muhalefetin patlama yaşadığı dönem AK Parti’nin demokrasiden, insan haklarından ve çözüm sürecinden uzaklaştığı dönemdi. Çözüm sürecini hatırlayın, benim gibi insanlar çıkıp mahalle mahalle çalışma yapmıştı ve girdiği her platformda sürece dair umutlarını dillendirmişti.

Adalet ve Kalkınma Partisi, devlet partisi statüsü taşıdıkça, devlet politikalarını benimsedikçe muhalefet daha da büyüyecektir. Kendi içlerinden de bir muhalefet çıkabileceğini en azından görebiliyorum. Çünkü söylediğim gibi bu, muhafazakar, mütedeyyin kanadın siyasi kodlarıyla uyuşabilecek bir durum değil. Temelde şunu da söyleyebiliirim, ortalama bir Müslüman kafası devletçi bir kafa değildir.

Yani muhafazakar mahalle devletle imtihan edildi…

AK Parti iktidar sınavını kaybetti, bunu daha önce de söylemiştim. Fakat iktidar başarısızlığından daha önemlisi bence devlet politikalarının uzantısı haline gelmesidir. Tabanda alerji yaratmasıdır. Şu anda bu kitleyi bir arada tutabilmesinin ciddi bir analizi yapılsa menfaat ilişkilerinin ya da ekmek kapısının ya da iktidarla iyi geçinme zorunluluğunun ön planda olduğunu görürsünüz.

Demokrasi nöbetlerinde ortalama müslüman birinin dünyasında hala geçmişe dönme kaygısının hakim olduğunu görmüştük. AK Parti’nin olmadığı bir iktidarın onlara vaad ettiği şeyin eskiye dönüş olacağına dair bir kaygı olduğunu söyleyebilir miyiz?

Tabandaki güvenden bahsettik. Burada iki faktör söz konusu; birincisi AK Parti’de sayın Erdoğan’ın -özellikle kendi çevresinde- hiçbir muhalefete izin vermemesi kendi havzasında önemli bir şey. Yüzde 0.8’lik HAS Parti bile onları ciddi ölçüde rahatsız etti ve siyaseten kapatmaya kadar götürdü. Bir anlamda yılanın başı küçükken ezildi. Başka bir siyasi grubun ayakta tutulmaması hadisesi şehzade katline tekabül eder. Aslında saray kafasının çokluğa tahammülsüzlüğünde yatar bu. Saray fikrinin kendini değişmez görmesiyle izah edilebilir. Buradaki diğer faktör; diğer kesimlerle yani Atatürkçülerle, Alevilerle, seküler kitleyle bir güven ilişkisinin kurulabilmesi -bundan azade olarak buna mecbur olması- “aynı gemideyiz” fikrini oluşturma rolü iki tarafa düşüyor. Bunun yolu şudur; ‘selamünaleyküm’ diyene ‘merhaba’ diye cevap vermek değil, ‘aleykümselam’ diye cevap vermektir. ‘Merhaba’ diyene de ‘aleykümselam’ olarak değil ‘merhaba’ diye cevap vermektir. Biz burada iki kültürü yaşıyoruz. İki kültürel dile sahibiz. İkisini de öğrenmek zorundayız. Bu kötü bir şey değil. İkisi de tarihimize ciddi yön vermiş kültürler ve sentezleyebilmek mümkün. Bu ülkede hepimize yer var.

*Röportajı Mehmet Ali Çalışkan ve Bahar Kılınç gerçekleştirmiştir.

**Ana görsel, Yeni Asya Gazetesi’nden alınmıştır

Mehmet Ali Çalışkan

Üyelik Tarihi: 16 Şubat 2016
17 içerik
Yazarın Tüm Yazılarını Gör