28 Şubat bitti mi?

28 Şubat 2017
Üzerinden geçen 19 senede 28 Şubat 1997 darbesi üzerine çok şey yazıldı. 28 Şubat yapısı itibariyle nasıl bir darbeydi, “bin yıl sürecek” mi, yoksa çoktan nihayete erdi mi, mağdurlara hakları iade edildi mi, basın o dönemde nasıl bir sınav verdi, sorularının yanına Sivil Sayfalar olarak eklemek istediğimiz sorular var:   Türkiye sivil toplumunun kırılma noktaları […]

Üzerinden geçen 19 senede 28 Şubat 1997 darbesi üzerine çok şey yazıldı. 28 Şubat yapısı itibariyle nasıl bir darbeydi, “bin yıl sürecek” mi, yoksa çoktan nihayete erdi mi, mağdurlara hakları iade edildi mi, basın o dönemde nasıl bir sınav verdi, sorularının yanına Sivil Sayfalar olarak eklemek istediğimiz sorular var:

 

  • Türkiye sivil toplumunun kırılma noktaları anılırken 28 Şubat’a neden gereken önem verilmedi?
  • 28 Şubat’ın sivil toplumun kutuplaşmasındaki payı ne idi?
  • 28 Şubat darbesinin mağdurlarının maruz kaldığı insan hakları ihlalleri toplumun diğer kesimlerinden neden tepki görmedi?
  • 28 Şubat ile herkes kendi mahallesine mi döndü?

28 Şubat dosyasını aklımızda bu sorularla açıyoruz. 28 Şubat üzerine düşünme çağrısı olarak görülebilecek bu dosya, merkezine 28 Şubat’ı bugünden bakarak hatırlamayı alıyor.

28 Şubat’ta ne olmuştu?

Refah Partisi’nin (RP) Aralık 1995 Genel Seçimlerinden birinci parti olarak çıkmasıyla başlayan süreçte “irtica tehlikesi” Türkiye siyasetinin bir numaralı gündemi oldu. Haziran 1996’da kurulan RP-Doğru Yol Partisi (DYP) koalisyon hükümeti, devlet bürokrasisi ve ordu temsilcilerince rejimin seküler niteliği açısından bir tehlike olarak resmedildi. Başta RP’nin temsil ettiği kesim olmak üzere neredeyse bütün İslami sivil yapılanmalar ve dindar kimlikli insanlar yoğun bir şekilde hedefe konuldu. Birçok yargı, medya, sermaye, üniversite ve sivil toplum bileşeninin aktif bir şekilde rol aldığı bu baskı sürecinde yoğun bir tasfiye operasyonu yürütüldü. Hedefte ise öncelikli olarak RP-DYP hükümeti vardı.

Başbakan Necmettin Erbakan’ın İran, Pakistan, Endonezya, Mısır gibi nüfusunun çoğu Müslüman olan ülkelerle geliştirdiği temaslar, RP’nin üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakma girişimleri vb. birçok gelişme, laikliğe açık bir saldırı olarak tasvir edilerek kamuoyunda hükümet karşıtı ciddi bir hava oluşturuldu. Hükümet üzerindeki baskıların iyice arttığı bir dönemde, 28 Şubat 1997 tarihinde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel başkanlığında toplanan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) 9 saat sürdü. Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlılığın bildirildiği toplantı sonucunda temel eğitimin sekiz yıla çıkarılmasından imam hatip okullarının meslek okullarına dönüştürülmesine kadar bir dizi “yaptırım” niteliğinde karar kamuoyuna açıklandı. Erbakan, kullanılan bazı ifadelerden dolayı kararları imzalamayacağını duyurdu. Başta sekiz yıl kesintisiz eğitim olmak üzere kararları uygulamamada direnen RP, hükümet ortağı DYP dahil siyasi partilerden ve kendi seçmeni dışındaki toplumsal kesimlerden destek bulamadı.

Devreye giren silahsız kuvvetler

Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı başta olmak üzere yüksek rütbeli devlet görevlileri tarafından açıkça uyarılan RP’ye karşı, medya, sivil toplum ve yargının da dahil olduğu “silahsız kuvvetler” etkili biçimde devreye girdi. Medya ve yargı mensuplarına irtica tehdidi brifingleri veren Genelkurmay, Deniz Kuvvetleri bünyesinde Batı Çalışma Grubu’nu (BÇG) kurdu. Laiklik aleyhtarı faaliyetleri takip altına almayı hedefleyen BÇG, camiler ve okullar dahil birçok İslami kurumu ve özellikle kamu çalışanları olmak üzere milyonlarca kişiyi fişledi. Birçok STK’nın düzenlediği irtica karşıtı gösterilerin yanında  “Beşli Sivil İnisiyatif” adı altında bir araya gelen meslek ve işveren örgütleri (TOBB, TESK, TÜRK-İŞ, DİSK ve TİSK) MGK kararlarına tam destek verdiklerini açıkladı. Mayıs 1997’de Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, “Türkiye’yi iç savaşa sürüklüyor” gerekçesiyle RP’nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Artan baskılar sonucu Necmettin Erbakan haziran ayında başbakanlıktan istifa etti ve hükümet düştü. RP, laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı olduğu gerekçesiyle Ocak 1998’de kapatıldı.

“İrticaya karşı topyekun savaş” vb. manşetler eşliğinde ayrımcı ve baskıcı politikalar uygulanmaya devam edildi. RP’li siyasetçiler hakkında seri yargılamalar başladı. 8 yıllık kesintisiz eğitim yasasının yürürlüğe girmesiyle imam hatiplerin orta kısımları kapatıldı. Başörtülü öğrenciler üniversitelere ve lise sınavlarına alınmazken, Kuran’ın 12 yaşından önce öğretilmesi yasaklandı. Ayrıca, STK yöneticilerinin evlerine baskınlar düzenlendi ve birçok İslami vakıf ve dernek kapatıldı. Üniversitelerde, orduda, emniyet teşkilatında ve diğer birçok devlet kurumunda çalışan binlerce memur “irtica” sebebiyle işten çıkarıldı. “İslami sermaye”, “İslami medya” vb. kavramlaştırmalarla dindar kesimlere karşı operasyon planları oluşturuldu.

Sonuç olarak, askeri ve gayri askeri unsurların “irtica tehdidi” söylemi temelinde özellikle muhafazakar ve dindar kesime karşı yürüttükleri çok boyutlu bir darbe süreci olarak 28 Şubat, Türkiye tarihindeki alışılagelmiş darbe yöntemlerine bir istisna oluşturmuş ve “postmodern darbe” olarak anılmıştır.

Bugünden 28 Şubat’a Bakmak

Bugün 28 Şubat sürecine geri dönüp baktığımızda birkaç senelik istisnai bir kriz dönemi değil, sonuçları itibariyle tesiri hala süren derin bir toplumsal vakıayı görebiliriz. İrtica söylemi ile toplumu irticacı/gerici/anti-laik ve irtica karşıtı/ilerici/laik olarak kutuplaştıran darbeci aktörler, toplumun bir kesimini diğer kesimin kimliği üzerinden mahkum etmiş oldu. 28 Şubat’ın toplumun fay hatlarında oluşturduğu bu gerilimin etkisini, yazının girişinde sunduğumuz sorularla birlikte tartışmaya açıyoruz.