Bir dargın bir barışık: Türkiye-AB İlişkileri

Açılan/açılamayan, açılsa da kapanamayan fasıllar, başlayan, donan, duran müzakereler derken AB-Türkiye müzakerelerinin 11 yılını geride bıraktık. “Çalkantılı” ve birçoklarına göre yılan hikayesine dönen müzakere sürecinin dününü, bugününü ve geleceğini İktisadi Kalkınma Vakfı (İKV) Genel Sekreteri Doç.Dr. Çiğdem NAS ile konuştuk. – En mühim soruyla başlayayım; müzakereler dondu mu? Müzakereler resmen donmuş değil. Avusturya resmen dondurmayı […]

Açılan/açılamayan, açılsa da kapanamayan fasıllar, başlayan, donan, duran müzakereler derken AB-Türkiye müzakerelerinin 11 yılını geride bıraktık. “Çalkantılı” ve birçoklarına göre yılan hikayesine dönen müzakere sürecinin dününü, bugününü ve geleceğini İktisadi Kalkınma Vakfı (İKV) Genel Sekreteri Doç.Dr. Çiğdem NAS ile konuştuk.

– En mühim soruyla başlayayım; müzakereler dondu mu?

Müzakereler resmen donmuş değil. Avusturya resmen dondurmayı önerdi ama kabul görmedi. Avrupa Birliği (AB)’nin kararı şuan için yeni başlık açmamak yönünde. Ama bu müzakerelerin resmen dondurulduğu anlamına gelmiyor. Hazirandan beri  yeni başlık açılmıyordu. 2017’de  de açılması zor gözüküyor. 14 fasıl üzerinde Kıbrıs meselesi ile bağlantılı olarak blokajlar var. Kıbrıs’ta bir çözüm sağlanması Türkiye’nin AB sürecinde de rahatlama sağlar. Ancak tabi müzakerelerde tek engelleyici unsur Kıbrıs meselesi değil. AB’nin entegrasyon kapasitesi, AB’nin iç krizleri nedeniyle genişlemenin yavaşlaması, Türkiye’de demokraside yaşanan sorunlar, güvenlik ortamının bozulması… Tüm bu unsurlar da müzakerelerin sonuçlanmasını engelledi. Öte yandan Kıbrıs meselesinde Cenevre’de devam eden görüşmeler var. Buradan olumlu bir sonuç çıkarsa ve Gümrük Birliği güncellemesi olursa, açılamayan fasılların, en azından bazılarının açılması söz konusu olabilir.

– Nedir bu fasıllar? Neden açılamıyor?

AB üyesi olmadan önce, aday ülkeler çeşitli basamaklardan geçiyor. Özetle, aday ülke ile Avrupa Birliği politikalarının karşılaştırıldığı, müzakere edildiği, iyileştirildiği bir süreç bu. Bu süreç de 35 başlık ya da AB’nin diliyle “fasıl” üzerinden yürütülüyor. Bu fasıllar açılıyor, değerlendirme ve iyileştirme yapılan bir müzakere sürecine giriliyor. İlgili fasılda AB politikalarına uyum gerçekleşmişse, o fasıl kapanıyor. Yani bu fasılda gerekli düzenleme, iyileştirme yapılmıştır deniyor. Fakat 2006’da Avrupa Birliği Konseyi 8 faslın açılmamasına ve hiçbir faslın da geçici olarak kapatılmamasına karar verdi. Yani müzakere fasıllarını açsanız bile kapatamıyor, tamamlayamıyorsunuz.

– Sebebi ne bu kararın?

Sebebi Kıbrıs ile ilgili. AB’ye 2004’te 10 yeni ülke girince, Gümrük Birliği gereği Türkiye’nin gümrük alanını bu yeni ülkeleri de içerecek şekilde genişletmesi istendi. Sorun da burada başlıyor çünkü bu 10 yeni ülke içerisinde Güney Kıbrıs Rum Yönetimi de var. Yani Türkiye’nin tanımadığı bir ülke. Türkiye, Güney Kıbrıs’tan gelen taşıtlara limanlarını ve havalimanlarını açmıyor. AB de diyor ki; bunu tüm AB üyesi ülkelere açmanız gerekiyor, aksi Gümrük Birliği’nin ihlalidir. Açılmaması kararlaştırılan 8 fasıl da Gümrük Birliği ile ilgili gördükleri fasıllar. Buna ek olarak Güney Kıbrıs’ın tek taraflı olarak bloke ettiği 6 fasıl daha var. Bu durum müzakere sürecinde filli bir ilerlemeyi engelliyor.

– Peki AB bu konuda bizden ne bekliyor? Güney Kıbrıs’ı resmen tanımamızı mı? Yoksa başka ara yollar var mı?

Bir AB üyesi ülke olarak kabul etmemizi istiyorlar fakat bu yönde bir baskı kurmuyorlar. Bu mesele Gümrük Birliği üzerinden konuşuluyor. Yani bir AB üyesi ülke olarak Gümrük Birliği’ni Güney Kıbrıs’a da uygulayın diyorlar. Örneğin 2009’da Kıbrıs meselesi müzakere edilirken Türkiye şunu önerdi; biz İzmir Limanı’nı açalım, fakat siz de KKTC’nin uçuşlarını uluslararasına açın. Bu kabul görmedi. Şunu da hatırlamak lazım, Kıbrıs Adası’nın bağımsız bir devlet olarak birleştirilmesini öneren Annan Planı KKTC tarafında kabul edilirken, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nde reddedildi. Bu durum Türkiye ve Kıbrıs Türk toplumu lehine uluslararası camiada olumlu bir algıya neden oldu ancak sorun çözülmedi. Topraklarında BM Barış gücünün bulunduğu, sınırları sorunlu olan bir ülke AB’ye üye olmuş oldu. Kıbrıs meselesine AB de taraf oldu ve Türkiye’nin AB ile müzakere süreci kesintiye uğradı. Şimdi Kıbrıs’ta çözüm sürecinde son aşamaya gelinmiş olması Türkiye’nin AB süreci  açısından da önem taşıyor. Tabii şunu da belirtmek lazım, bu mesele çözüme kavuşsa bile, sürecin hızla ilerleyeceği ve tam üyeliğin gerçekleşeceği düşünülmemeli. Fasıllar açılacak, müzakere edilecek, oylamalar olacak.

– Bugüne kadar hiç ilerleme olmadı mı?

Oldu tabii. 16 fasıl açıldı bugüne kadar. 2010-2013 arasında bir duraklama dönemi oldu, hiçbir fasıl açılmadı, sonra tekrar devam etti. Fakat burada önemli olan nokta şu; müzakere süreci ivmesini kaybettiği için AB de Türkiye’ye şunları yapın da faslı açalım/kapatalım diyemiyor. Son dönemde de AB reformları süreci oldukça yavaşlamış durumda. En son geçen sene bir reform süreci yaşadık, vizeyle ilgili.  Vize serbestliği yol haritasındaki 72 kriteri yerine getirmek için özellikle geçen nisan ayınca Meclis’ten birçok yeni kanun geçti, veri güvenliği kurumu, insan hakları ve ayrımcılıkla mücadele kanunu  gibi kanunlar çıkarıldı, ilgili Avrupa Konseyi sözleşmeleri kabul edildi. Ancak bu süreç de sona kalan 542 kriterin yerine getirilmemesi sebebiyle tıkandı.

– Reform süreci nasıl işliyor, olumlu adımlar atıldı mı AB politikalarına uyum anlamında?

Somut bir kazanım beklendiğinde reform süreci Türkiye’de ilerliyor. Örneğin; vize serbestliğinin alınabilmesi için veri güvenliği kanunu çıkarıldı. Yine kara para aklama ile ilgili, yolsuzluk ile ilgili eylem planları kabul edildi. Bunun gibi birçok yeni düzenleme yapıldı. Fakat reformların gerekli dönüşümü sağlayacak içerikte olup olmadığı tartışmalı. Çünkü bazen hızlıca yapalım ve kazanımlarını elde edelim diye yüzeysel bir süreç işletiliyor. Bu durumda da AB, bunu yapmışsınız ama bu yeterli değil, revize edin diyebiliyor.

– AB üyesi ülkeler Türkiye’nin adaylığına nasıl bakıyor?

Almanya müzakere sürecinin başından beri Merkel’in işbaşına gelmesi ile, Türkiye’nin üyeliğine karşı olduğunu söyledi. Üyelik yerine imtiyazlı ortaklık modelini önerdi. Fransa’ya baktığımız vakit, Sarkozy’nin “Türkiye Avrupalı değildir” söylemi burada büyük yankı yaratmıştı. Yani Türkiye’yi kültürel, coğrafik ve siyasi olarak AB’nin bir parçası olarak görmeme eğilimi var diyebiliriz. AB artık Türkiye’ye bir üyelik perspektifi sunmaktan kaçınır hale geldi. Diğer üye devletler arasında Türkiye’nin AB üyeliğini yakın zamana kadar destleleyen ülkeler oldu: Finlandiya, İsveç ve Britanya gibi. Ancak son dönemde özellikle hak ve özgürlüklerle ilgili Türkiye’nin Avrupa’daki imajı oldukça bozuldu. Aşırı sağın ve Türkiye karşıtı görüşlerin de güçlenmesi ile birlikte, bugün AB’de Türkiye’nin üyeliğini savunmak oldukça riskli hale geldi.

– Türkiye’de AB üyeliğine bakış nasıldı bu süreçte?

Türkiye’de AB projesi sahipsiz kaldı diyebiliriz. AKP ilk iktidara geldiğinde AB projesini sahiplendi, kendini de özgürleştirici, siyasi olarak önünü açacak bir unsur olarak gördü. Fakat özellikle AB perspektifi hızını kaybedince ve iç siyasette AB çıpası kullanışlılığını yitirince, AKP de artık süreci sahiplenmeyi bıraktı. Diğer partilerde de destekleyenler olsa da genel olarak Türkiye’de AB sürecini savunacak güçlü aktörler kalmadı.

– Neden?

Türkiye’nin iç gündemi çok değişti, Cumhurbaşkanlığı tartışmaları, Türkiye’nin dış politikası ve yeni yaklaşımların egemen olması, süreci durma noktasına getirdi. Türkiye Avrupa dışında yeni perspektifler edinmeye başladı. 2011 öncesinde Türkiye model ülke olarak anılıyordu. Mesela Türkiye üyelik müzakerelerine başladığında en çok ilgi duyan kesimlerden biri de Arap dünyasıydı. Onlar bu süreci “Türkiye yapabiliyorsa biz de yapabiliriz” diye okudular. O yüzden Türkiye’nin belki Ortadoğu’da popüler olmasının bir sebebi de bunu yapabilmiş bir ülke olmasıydı. Fakat 2011 sonrası biraz geriye gidiş oldu. Özellikle 2013 Gezi Olayları’ndan sonra AB’den önemli eleştiriler geldi. Olumlu sayılabilecek bir süreci Türkiye’nin çözüm süreci döneminde yaşadık. Raporlarda çözüm sürecini destekleyen, mümkün olduğu kadar bu sürecin yürütülmesini temenni eden ifadeler yer verildi. Fakat bu süreç de bitince artık tamamen geriye gidiş olmaya başladı. Türkiye’de AB karşıtı ve genelde Batı karşıtı söylem gittikçe güçlendi. Devlet kimliği Avrupa dışı unsurlarla tanımlanmaya başlandı.

– AB müzakereleri geriye gidiş olarak mı okuyor?

3 senedir geriye gidiş ifadesi kullanılıyor. İlk olarak kamu alımları konusunda geriye gidiş olduğu ifade edilmişti. Sonra geçen sene ifade özgürlüğünde de geriye gidiş var, hukukun üstünlüğünde de geriye gidiş var dendi. Bu sene de 6 farklı alanda geriye gidiş olduğu ifade edildi ve en hak ve hukuk ile ilgili kriterler dışında ilk defa bu geriye gidişin  içine ekonomi de katıldı. Özellikle 15 Temmuz sonrası alınan önlemler, şirketlere el konulması, medya kuruluşlarının ve STK’ların kapatılması geriye gidişi tetikleyen faktörler olarak yorumlanıyor.

– Kamuoyu ne diyor?

Kamuoyu bir hedef olarak AB’nin Türkiye için iyi olduğunun ve eğer gerçekleşse vatandaşların hayat kalitesini yükselteceğinin farkında. Ancak sürecin yerinde sayması ve Türkiye ve AB ilişkilerinde yaşanan güven bunalımı  kamuoyunu da etkiledi. AB’nin tutarsız politikaları da Türkiye’deki AB imajını etkiliyor. İktisadi Kalkınma Vakfı olarak Nisan ayında bir araştırma yaptık. Kamuoyunda AB üyeliğine destek %75 çıktı. Bir önceki yıl %61’di. Araştırmanın yapıldığı zaman AB ile ilişkilerin hareketlendiği bir dönemdi, mülteci anlaşması konuşuluyordu. İnsanlar AB üyeliğini destekliyor ama bunun gerçekleşeceğine inanıyor musunuz diye sorduğumuzda sadece %30 evet diyor. Yani çoğu insan AB bizi almaz zaten diye bakıyor.

– Şanghay İşbirliği Örgütü’nü konuşmaya başladık. AB’nin alternatifi mi?

Çok çok farklı şeyler. Yani AB bölgesel entegrasyon endeksli, Şangay Beşlisi ise daha güvenlik endeksli bir örgüt. AB uluslararası işbirliğinin çok ötesinde bir bütünleşme hareketi, tek para birimi, ortak merkez bankası, tek Pazar, ortak serbest dolaşım alanı gibi birçok önemli kazanıma sahip.  Şanghay İşbirliği Örgütü ise gevşek bir ittifak olarak görülebilir. Üye ülkelerine baktığımızda ise Şanghay İşbirliği Örgütü’nde Rusya, Çin gibi büyük kıta güçleri var. Birbirleri ile ortak noktalarından çok daha büyük farklılıklara sahipler.  Türkiye’nin o fotoğrafta olması çok güç. Diğer yandan AB üyesi ülkeler, küçük/orta ölçekli ve her bakımdan Türkiye’ye daha uygun modeller sunabilecek ülkeler. Burada en mühim nokta şu; AB müktesebatı Türkiye için önemli modeller sunuyor. Bunlar gelişigüzel hazırlanmış modeller değil, sivil topluma, iş dünyasına danışılarak hazırlanan modeller. Bunların Türkiye için büyük önemi var. Bunu Şanghay İşbirliği Örgütü’nde bulamazsınız.

– AB içinde de durumlar pek iyi değil sanıyorum.

Evet, Türkiye’nin adaylık süresi boyunca AB’de de önemli gelişmeler oldu. 2005’te anayasal kriz yaşandı. AB kendi anayasasını oluşturacak bir anlaşma tasarladı ve anlaşma Fransa ve Hollanda’da reddedildi. Bu AB için önemli bir kriz anlamına geldi çünkü AB’nin en büyük destekçilerinden olan iki kurucu ülke bunu reddetti. Bu da AB’nin içinde büyük krizler olduğunu gösterdi. Sonra Brexit süreci. İngiltere’den sonra başka ülkeler de bu yolu izler mi sorusu akıllara geldi. Avrupa’da sağın yükselişi, ülkelerin kendi iç meseleleri. Yani AB’nin şuan Türkiye’nin üyeliğini onaylamak gibi büyük bir adımı atabilecek durumda olmadığını görüyoruz.  2017’de AB’nin 3 önemli ülkesinde seçimler var: Hollanda, Fransa ve Almanya. Seçim ortamında AB politika süreçleri de bundan etkileniyor. Liderler seçim sürecinde çeşitli baskılar ile karşı karşıya geliyor ve yeni adımlar atmaları güçleşiyor. Bu 3 ülkede de popülist ve sağ muhalefetin iktidara aday olduğunu ve kampanyalarında AB karşıtı söylemlere yer verdiklerini görüyoruz.

– İpler her iki tarafta da gerilmişken, birleştirici güç ne olabilir?

Şuan iki tarafı bir araya getirebilecek en somut şey ekonomik çıkarlar. Türkiye ihracatının %48’ini AB’ye yapıyor. AB ticaret anlamında birinci partnerimiz, biz de AB’nin 5. büyük ticaret partneriyiz. Yani üretim zinciri dediğimiz çarkın içinde Türkiye önemli bir rol oynuyor.  2017’de başlaması öngörülen gümrük birliğinin güncellenme süreci ilişkilerin de lokomotifi olmaya aday.

– Bu süreç böyle sürüncemede mi gidecek?

Bazıları diyor ki; AB tam üyeliği zaten olmayacak,  o zaman bunun adını koyalım. Bir alternatif oluşturalım tam üyelik yerine. Ama şuan alternatif konusunda da bir uzlaşı yok. İmtiyazlı ortaklık deniyor. Bu imtiyazlı ortaklık nasıl olacak, sınırları imkanları nedir bilmiyoruz. Yani hem AB ülkeleri hem de Türkiye zor günlerden geçiyor. Böyle bir vakitte yeni bir alternatif, yeni bir karar verebilecek durumda değiller. O yüzden bu dönemi bir geçiş dönemi olarak görmek lazım. Mümkün olduğu kadar ilişkileri koparmamak ve süreci atlatmaya çalışmak. Yani müzakereler kağıt üstünde de olsa devam etsin. Çünkü dondurulması bizi çok daha geri bir noktaya taşır.

– AB sürecinin Türkiye’deki sivil toplum kuruluşlarının gelişimine katkısı oldu mu?  

Ben çok olumlu katkısının olduğuna inanıyorum. Çünkü AB için sivil toplum çok önemli bir aktör, özellikle Komisyon sivil toplumla beraber çalışıyor, bir koalisyon ortağı gibi görüyor sivil toplum kuruluşlarını. AB’nin STK’lara yönelik proje destekleri çok önemli. Bu destekleri yalnızca finansal kaynak olarak görmüyorum, proje öğretici bir süreç. Bu anlamda STK’ların kapasitesinin artmasına büyük katkısı olduğunu düşünüyorum. Yeni kavramların Türkiye’ye taşınmasına vesile oldu, bir devinim yarattı aslında Türkiye sivil toplum dünyasında.

– Peki ileriki günlerde bizi neler bekliyor, AB sürecinin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Sadece Türkiye’de değil birçok ülkede büyük değişimlerin yaşandığı bir dönemdeyiz. Bu bakımdan eski kalıplarımız ile geleceği öngörmek oldukça güç. Fakat hem Türkiye’nin hem AB’nin özellikle ekonomi ve güvenlik açısından birbirine ihtiyacı var. Kısa vadede bir karar verilebilecek gibi görünmüyor. Sanıyorum bir süre daha ilişkiler böyle sallantıda gidecek. Şu anda en rasyonel olan iki taraf için de fayda sağlayacak ortak proje ve girişimlere odaklanmak. Gümrük birliğinin güncellenmesi böyle bir ortak girişim imkanı sunuyor. İki taraf da bu süreçten fayda sağlayacak. Esas olan konuşmayı bırakmamak ve siyasi koşullar ne kadar kötü olursa olsun diyaloğu ve işbirliğini  devam ettirmek.

 

Pınar Gürer

Üyelik Tarihi: 02 Ocak 2017
8 içerik
Yazarın Tüm Yazılarını Gör