Hasan Pehlivan: Ya Halep yerine Şam düşseydi?

Türkiye ve Rusya’nın Suriye’deki ateşkese dair toplantılarının gündem olduğu bu günlerde Hasan Pehlivan’la Halep, Ortadoğu ve Türkiye politikaları hakkında konuştuk.  Okan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Ofisi’nde görev yapan Pehlivan Türkiye’deki siyasi mücadelenin bir futbol müsabakasına dönüştüğünü söylüyor. “Türkiye siyasi ve ticari ilişkiler kurarak, Ortadoğu’daki önemini arttırmak ve yeni bir lider ülke olmak istedi” -Bugün Yemen ve […]

Türkiye ve Rusya’nın Suriye’deki ateşkese dair toplantılarının gündem olduğu bu günlerde Hasan Pehlivan’la Halep, Ortadoğu ve Türkiye politikaları hakkında konuştuk.  Okan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Ofisi’nde görev yapan Pehlivan Türkiye’deki siyasi mücadelenin bir futbol müsabakasına dönüştüğünü söylüyor.

“Türkiye siyasi ve ticari ilişkiler kurarak, Ortadoğu’daki önemini arttırmak ve yeni bir lider ülke olmak istedi”

-Bugün Yemen ve Kuzey Afrika ülkeleri ile başlayan, sonrasında ise Suriye’de yoğunlaşan Arap Baharı’nda güç dengeleri nelerdi? Bunlardan bahseder misiniz?

Çok ciddi bir güç savaşı var. Bu güç savaşını siyasi, mezhepsel ve ekonomik sebepli olmak üzere üç ana kategoriye ayırabiliriz. Siyasi güç savaşının dengelerini dünya konjonktürü açısından Batılı devletler, Rusya-İran ve İslam coğrafyası oluşturuyor. Batı’nın ve Rusya’nın, Suriye toprakları üzerinde önemli siyasi politikaları var. Bu politikaları Ortadoğu’daki petrol ticaretinin güvenliğinin sağlanması, silah ticareti ve askeri üstlerin güvenliği şeklinde sıralayabiliriz.

Rusya’nın Baba Esad’dan beri Suriye’yle çok yakın ilişkileri olduğunu biliyoruz. Suriye ordusuna baktığımızda şu an ki envanterinde bulunan silahların %90’ına yakını Rusya’dan alınmıştır ve bu süreç devam etmektedir. Yani Suriye, Rusya açısından müthiş bir silah pazarıdır ve bu pazarı kaybetmek istemiyor. Rusya’nın bir diğer politikası ise Suriye’nin Lazkiye şehriyle ilgilidir. Lazkiye’de Rusların bir askeri üsttü bulunmaktadır. Lise yıllarından itibaren sürekli olarak bizlere anlatılan hikayeyi biliyoruz, Rusların sıcak denizlere inme arzusu. Lazkiye’deki askeri üs, Rusya’nın Akdeniz’deki tek askeri merkezi konumundadır. Dolayısıyla bu üssü ve buradaki önemini kaybetmek istemiyor.

Türkiye’nin bu denklemdeki rolü ise rol model olmaktı. Türkiye siyasi ve ticari ilişkiler kurarak, Ortadoğu’daki önemini arttırmak ve yeni bir lider ülke olmak istedi. Arap Baharı ile birlikte, Batılı güçlerin de teşvikiyle, diktatörlük rejimlerinin yıkıldığı bir coğrafyada rol model olmaya çalıştı. Çalıştı diyorum çünkü bu konuda çok ciddi bir hayal kırıklığı yaşadığımız muhakkaktır. Tayyip Erdoğan’ın ve Davutoğlu’nun gerçekleştirdiği ziyaretler ve vermek istedikleri mesajı “Bakın Türkiye çoğunluğun Müslüman olduğu ve laik bir sistemle yönetilen demokratik bir ülke. Siz de başınızdaki iktidarı devirdiğinizde Türkiye gibi bir modele dönüşebilirsiniz.” şeklinde özetleyebiliriz.

“Bugüne kadar Halep’te iki şey yaşandı. Birincisi ciddi insani dram, ikincisi ise birçok siyasi projenin çöküşü”

-Son zamanlarda Halep’te yaşananlar hakkındaki fikrinizi merak ediyorum. Halep’te neler oluyor?

Biraz önce anlatmış olduğum güç mücadelelerinin Suriye topraklarında çakıştığını ve sıkıştığını söyleyebilirim.  Aktörlerin bu amaçlar doğrultusunda aktif olarak mücadeleye giriştiği yer Halep. Şunu da unutmamak gerekiyor, her ne kadar Esad rejiminin Suriye’de çoğunluğu temsil etmediğini bilsek de, arkasında bir halk desteğinin olduğu gerçeğini de belirtmeliyim. Özellikle Sünniler dışında neredeyse tüm etnik gruplar, Esad rejiminin ya yanında duruyor, ya da sessiz kalmayı tercih ediyor. Bu durumu Halep’te de görebilirsiniz. Halep şehrinde Esad rejimi, kontrolü sağlamadan önce, Doğu ve Batı olarak ikiye bölünmüş durumdaydı. Halep, bir şekilde direnişin ve savaşın merkezi, sembolü haline geldi.

Bugüne kadar Halep’te iki şey yaşandı. Birincisi ciddi insani dram, ikincisi ise birçok siyasi projenin çöküşü. Bugün sadece Halep’te on binlerce insan hayatını kaybetti ve maalesef bunların çok büyük bir kesimi siviller. Gencecik hayatlar, ufacık bedenlerin ağır bombardımanlar neticesinde can verdiklerini sosyal medya aracılığıyla canlı olarak izlemek gerçekten korkunç bir durum. Bu nedenle, hangi dinden, mezhepten ve meşrepten olursak olalım, bu yaşanan insanlık dramına sessiz kalmamalı ve uluslararası kamuoyunu harekete geçirecek olan adımlara destek vermeliyiz. Diğer taraftan, Halep’te yaşananların siyasi bir ayağı da var. Bugün Halep, Esad rejimine bağlı ordu birlikleri tarafından tamamen kontrol altına alınmış durumda. Bu gerçeklik, Suriye üzerinde politikası olan her gücün, söz konusu planlarını yeniden yapılandırmasını gerekli kıldı. Bugün Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’sız bir Suriye projesini dillendirenlerin sayısı “neredeyse yok” diyebilirim. Ayrıca şunun da altını çizmek istiyorum, Halep’te yaşanan acılar ile siyasi projeleri birbirine karıştırmamalıyız. Bu ayrımın çok ağır ve acı olduğunu biliyorum ama bunu yapmak zorundayız. Halep’te yaşanan insani drama ses çıkarırken belli projelere alet olmamak gerekiyor.

“İnsanlık dramından bahsederken, şunu da sormak gerekiyor. Ya Halep yerine Şam düşseydi?”

-Suriye’de yaşanan insanlık dramlarına Türkiye kamuoyunda yeterince tepki gösterildiğini düşünüyor musunuz?

Evet, ama bu tepkinin sorunlu olduğu kanısındayım. İnsanlık dramından bahsederken, şunu da sormak gerekiyor. Ya Halep yerine Şam düşseydi? Sizce Türkiye kamuoyunda Halep’e gösterilen tepki kadar büyük bir tepki gösterilecek miydi? Bana sorarsanız “hayır” derim. Bunun benzer örneklerini çok gördük ve maalesef kendi ülkemizde de görmeye devam ediyoruz.

Bir yılı aşkın bir süredir, özellikle Sünni Müslüman iktidarlardan oluşan ve başını Suudi Arabistan’ın çektiği Müslüman ağırlıklı bir koalisyon Yemen’in şehirlerini, başkent San’a ve çevresini bombalıyor.  Ancak her nedense ulusal medyamızda buna karşı bir duruş veya basında güçlü bir kampanya yok. Nedenini merak ediyorum. Aklıma bazı sorular geliyor ama cevaplarından korkuyorum, insan bazen duymak istemez ya o misal.

-Nedir onlar? Biraz açar mısınız?

Bizim memleketimizde, zulme karşı çıkarılacak olan ses, o zulmüm kim(ler)den geldiğine ve nasıl geldiğine göre değişiklik gösteriyor maalesef! Niyetim veya derdim acıları yarıştırmak ya da acılar üzerinden meşruiyet zemini oluşturmak falan değil. Ancak toplumumuzda genel olarak bir sorun var, bizden olanın uğradığı zulme ses çıkarırken, bizden olanın uyguladığı zulme sessiz kalıyoruz. Rakka veya Musul düştüğünde benzer insanlık dramları yaşanmadı mı? “Rakka’da Ezidi kadınlara tecavüz ediliyor”, “Ezidi çocuklar ve erkekler kurşuna diziliyor”, “Toplu infazlar yaşanıyor”, “Palmyra’da insanların kafası kesiliyor” gibi manşetler ana akımda pek yer bulmadı. Yalnızca bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda platformda sesler yükseldi o kadar. Acaba diyorum, öldüren Sünni olduğu için mi dut yemiş bülbüle dönüveriyoruz?

“Meseleye tamamen insani boyuttan yaklaşmalıyız ama biz konuyu mezhepsel ve siyasi boyuta indirgiyoruz”

-Peki ortalama bir sivil veya sivil toplum buradaki dengeyi nasıl kuracak?

İlk olarak her türlü kin ve nefret uyandıracak açıklamalardan kendisini arındırması ve meseleye sadece insan olarak bakması gerekiyor. Hangi dinden, mezhepten, siyasi gruptan olursa olsun, insanlığa karşı işlenen her türlü suçta, hiçbir gerekçe ve “ama” kullanmadan karşı durmalı ve tepki göstermelidir. İster Alevi olsun, ister Kürt, ister Sünni olsun, ister Ezidi, ister Esad yandaşı olsun, ister muhalif. Haksız yere zulme uğrayan herkesin amasız bir şekilde yanında, uğratanın ise karşısında durmamız gerekmektedir.

Eğer Suriye üzerinden bahsediyorsak, ilk olarak Alevi ve Sünni kavramlarını kullanmamamız, bunları bir etiket gibi insanlara yapıştırarak hedef tahtasına oturtmamamız gerekiyor. Meseleye tamamen insani boyuttan yaklaşmalıyız ama biz konuyu mezhepsel ve siyasi boyuta indirgiyoruz. Eğer mezhepsel ve siyasi etiketleri kullanmadan tepki gösterirsek, o zaman verdiğimiz tepkiyle ilgili olarak da bir karalama kampanyası oluşmayacaktır. Sivil toplum örgütlerinin, “Acaba bu öldürülenler Sünni olduğu için mi tepki gösterdiler?” ya da “Eğer Sünniler Alevilere yönelik benzer saldırıları gerçekleştirmiş olsaydı yine aynı şekilde tepki gösterecek miydiniz?” ya da “Öldürülenler Alevi olduğu için mi tepki gösteriyorsunuz?” tarzında sorularla muhatap olmamaları, bunlar üzerinden tartışma yaşamamaları ve bu hassasiyeti ön plana koymak gerekiyor.

“Türkiye’deki siyasi mücadele tam anlamıyla bir futbol müsabakasına dönüşmüş durumda”

-Bu süreçte Türkiye’de özellikle sosyal medya üzerinden Halep’teki görüntülerin dezenformasyonuna yönelik tartışmalar oldu,. Halep’teki sivil mevcudiyeti sorgulandı. Bu konu üzerinden bir kutuplaşma yaşandı ve ilk kutuplaşma yaşadığımız konu değil. Merak ettiğim şey şu, Türkiye neden acıda ortaklaşamıyor?

Oğuz Atay’ın güzel bir sözü vardır. Der ki, “Acı, insanları yakınlaştırırmış. Hangimiz mutluyuz da bu kadar uzak kaldık birbirimize?” Türkiye’de maalesef siyasi çekişme ya da siyasi mücadele, adına ne derseniz deyin, o kadar ciddi boyutlara ulaştı ki, toplum olarak kutuplaşmayı siyasi bir çerçeveden çıkartıp dini ve vicdani noktalara kadar getirdik. İnsanlarımız siyasi çıkarları uğruna vicdanlarını bile dinleyemez ya da dinlese dahi konuşamaz hale geldi. Bu durum, sadece iktidar kanadına has değildir. Muhafazakarı, Kemalist’i, milliyetçisi, liberali, adına ne derseniz deyin, sürekli olarak kendisinin mağduriyetini bir şekilde ön plana çıkartmaya çalışıyor. Bunu yaparken de, ortak değerler diyebileceğimiz birçok konuyu görmezden geliyor.

Türkiye’deki siyasi mücadele tam anlamıyla bir futbol müsabakasına dönüşmüş durumda. Artık insanlar siyasi mücadelede taraftar gibi davranıyor ve “galibiyet gelsin de nasıl gelirse gelsin” bakış açısıyla yaklaşıyorlar. Ahlaki olsun ya da olmasın, adil olsun ya da olmasın hiç önemli değil. Önemli olan ise galibiyet, yani zafer, yani diğer tarafa karşı üstünlüğünü kabul ettirmek ve ilan etmek oldu. Oysa futbol müsabakalarında bile kurallar vardır ve bu kurallara göre oynarsınız. Türkiye’deki siyasi mücadele bu açıdan futboldan ayrışıyor ama partizanlık dediğimiz şey artık futbol taraftarlığı ile aynı paralellikte hareket ediyor. İnsanlar, desteklemiş oldukları partilerin sadece iktidara gelmesini ya da iktidarda kalmasını istiyor. Bu durum da, bizim ortak noktalarda buluşmamıza engel oluyor.

Ülkedeki bu tarafgirlik dış problemlere olan yaklaşımda da kendini gösteriyor. En yakın örneği Halep. Örneğin Halep’te yaşananlara, sırf Ak Parti veya Ak Parti’den bir yönetici tepki gösterdi diye muhalefetin tepki göstermemesi kabul edilemez. Yaşanan zulme tepki gösterdiğin zaman AK Parti ile aynı safta görünmeyecek ya da kendi siyasi görüşüne hakaret etmiş olmayacaksın. Bu söylediklerim tam tersi için de geçerli elbette. Ancak biz bu sorunu aşamıyoruz.

Maalesef sosyal medya, bilgiye ulaşılmasını kolaylaştırdığı gibi aynı zamanda teyidini de zorlaştıran bir mecra haline dönüşmüş durumda. Bu durum da, ister istemez, Halep’te yaşananlar ile ilgili yayınlanan video ve görüntülerin gerçekliğini sorgulatır hale getirmiştir. Dezenformasyon öyle noktalara ulaştı ki, neredeyse Halep’te hiçbir acının yaşanmadığı ve bölgede sivillerin olmadığı tartışılmaya başlandı. Her şeyden önce şunun altını kalın bir şekilde çizelim, Halep’te çok sayıda sivil vardı ve bir insanlık dramı yaşandı. Bu tartışmasız bir gerçek. Nitekim sivillerin varlığı nedeniyle, Rusya ve Esad rejimine bağlı ordu birliklerinin denetiminde yüzlerce otobüs gönderilerek tahliye işlemleri başlatıldı. Bu olayın insanlık noktasıdır ve bunun varlığının tartışılması son derece yanlış. Bu sivillerin bulundukları bölgedeki varlıkları, orada muhalifler tarafından zorla tutulup tutulmadıkları, canlı kalkan olarak kullanılıp kullanılmadıkları gibi konular ise, yaşanan acılardan ayrı olarak değerlendirilmesi gereken konular.

“Mezhebiniz, dininiz, kimliğiniz ve toplum tarafından sizin elinizde olmadan yapıştırılmış olan etiketler vicdanınızı köreltmemeli”

-Acılarda ortaklaşamadığımızdan bahsettik. Türkiye sivil toplumunun bu açmazı aşabilmek adına üstlenmesi gereken rol ne olmalıdır?

Türkiye sivil toplumunun başta bir mottosu olması gerekiyor. “Acı nereden gelirse gelsin, zulüm kime uygulanırsa uygulansın tepki göstermemiz gerekiyor” diyebilmeliyiz. Mezhebiniz, dininiz, kimliğiniz ve toplum tarafından sizin elinizde olmadan yapıştırılmış olan etiketler vicdanınızı köreltmemeli. Sivil toplum örgütlerinin de üzerinde uğraşması gereken konu budur.