Savunucu musunuz? Derdiniz Var!

Evet, savunucu bir STK iseniz derdiniz var demektir. Tersi de doğru. Derdi olan bir STK iseniz, savunculuk yapmak durumundasınız. Öyle ya da böyle savunuculuk, STK’ların çeşitli dozlarda bünyelerinde yer alan bir kudret. Buna karşın “savunculuk” kimi sivil toplum örgütü tarafından zaman zaman mesafe koyulabilen bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Peki nedir bu savunuculuk? Modern sivil […]

Evet, savunucu bir STK iseniz derdiniz var demektir. Tersi de doğru. Derdi olan bir STK iseniz, savunculuk yapmak durumundasınız. Öyle ya da böyle savunuculuk, STK’ların çeşitli dozlarda bünyelerinde yer alan bir kudret. Buna karşın “savunculuk” kimi sivil toplum örgütü tarafından zaman zaman mesafe koyulabilen bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Peki nedir bu savunuculuk?

Modern sivil toplum jargonuyla savunuculuğu “herhangi bir sistem ya da kurumdaki karar alma süreçlerini etkileme girişimi” olarak tanımlayabiliriz. Sivil toplum örgütleri, ne zaman kamu-sivil toplum-özel sektörden menkul yapısal ilişkilerde, faaliyetlerine ket vuracak sorunlar yaşarsa, işte o zaman bu ilişkilerdeki karar alma süreçlerine de dahil olma ihtiyacı yaşıyor. Hiçbir STK bir vakum içerisinde yaşamadığı için, gün gelip her STK’nın bu sorunları yaşaması da kaçınılmaz oluyor. Çünkü sivil toplum-kamu ve özel sektör arasındaki sınırları tam da bu mücadele belirliyor. Yani her STK günü geldiğinde savunuculuğu çeşitli dozajlarda tatmak durumunda kalıyor.

Ancak her STK aynı metotlarla savunuculuk yapmıyor. Tam da bu nedenle belirli bir metodu benimsemiş STK’ların kendilerini savunucu olarak nitelendirme eğilimi yüksek olmasına rağmen, diğer metotları kullanan STK’lar kendilerini odaklandıkları/uzmanlaştıkları konu alanı ile (doğa koruma, eğitim, sağlık, vb.) tanımlamayı tercih ediyor. Sıkça kullanılan 3 savunu metodu olan örgütlenme, lobicilik ve kampanya STK’ların sivil alanda dağıldığı spektrumun iki uç ve orta noktalarını da belirliyor. UNICEF 2010’da yayınladığı Savunuculuk Toolkit’inden etimolojilerine de referansla bu metotları şöyle toparlıyor: “Örgütlenme (organizing); savunulan fikirlerin, sorundan gerçekten etkilenen kişilerden gelmesine bağlı geniş tabanlı bir etkinlik. Lobicilik (lobbying) Latince’de, bir kişinin kaliteli tartışmalarda bulunmak üzere doğrudan karar alıcılarla (genellikle yalnız şekilde) buluştuğu oda anlamına gelen loggia kelimesinden geliyor. Örgütlenme ile karşılaştırıldığında lobicilik daha hedef odaklı bir yaklaşım benimsiyor ve daha az insana ulaşıyor. Spektrumun diğer ucunda bulunan kampanyacılığın Latin orijini ise daha geniş savaş alanı anlamına gelen campus. Savunuculuk kampanyası, daha geniş kitlelerin savunu mesajlarını duyabileceği şekilde platformları da içererek, bir konuyu kamuoyuyla birlikte gündeme taşıyor.”[i]

Beklendiği üzere, bu metotların kullanım amacı ve kullandıkları araçlar da doğal olarak birbirlerinden ayrışıyor. Bir STK’nın hangi yönteme daha ağırlık vereceği hedeflenen değişimin boyutları ile birebir ilgili oluyor. Örgütlenme daha büyük ölçekte yapısal değişimi hedefleyen toplumsal hareketlerin ağırlıkla kullandığı bir yöntemken; kampanyacılık, sistemi tamamen değiştirmekten ziyade aksaklıklarını tespit edip ortadan kaldırmaya dayalı değişim hedefi doğrultusunda denetleyici (watchdog) ve uygulayıcı yönü ağır basan STK’ların stratejisi olarak ortaya çıkıyor. Lobicilik ise zaman içerisinde edindiği negatif anlamlarından sıyrıldığında halihazırda gündemde kendine yer bulabilmiş sorunların derinlemesine çalışılması ve iyileştirilmesi bakımından önemli bir savunu yöntemi olarak değerini koruyor.

Burada bilgi-eylem arasındaki geçiş, kurumların gündelik faaliyetleri ve kendilerini tanımlama şekillerinde belirleyici bir özellik olarak dikkat çekiyor. Örgütlenme, yüz yüze etkileşimden kitlesel mitinglere kadar güçlü eylem yönü ile öne çıkarak bu tarz savunuya öncelik veren STK’ların kendilerini eylemlilikleri üzerinden, yani aktivist olarak tanımlamalarına neden oluyor. Bu tarz savunu yoğunlukla özörgütlerce[ii] tercih edilirken, lobicilik yoğunlukla bilgi üretmeye bağlı doğası nedeniyle düşünce kuruluşları ile özdeşleşiyor ve uzmanlık eksenli örgütlerce daha yoğunlukla kullanılıyor. Çünkü bu kuruluşların gündelik faaliyetleri, karar vericilerin ihtiyaç duyacakları bilgileri üretmek ve bunları müzakere etmeye odaklanıyor.

Ancak bu yöntemler ayrı ayrı kuruluşlarca kullanılabileceği gibi, farklı zaman dilimleri içerisinde aynı kuruluş tarafından da kullanılabiliyor. Çünkü bilgi-eylem dengesi STK’ların özünden ziyade dert ettikleri konunun kamuoyu gündeminden kamu gündemine geçişiyle birebir ilişkili oluyor. Bir grubun derdini kamuoyunun derdi haline getirmek yoğun bir örgütlenme ve beraberinde eylem gerektiriyor. Diğer yandan, konu kamuoyunun gündeminde yer aldıkça daha odaklı kampanyaların kullanılma olasılığı artıyor. Ne zaman ki bir konu artık kendisine kamunun da gündeminde yer bulabiliyor, işte o zaman bilgi üretimine harcanan emek, eylemin yerini almaya başlıyor. Öte yandan bu yol, tersine de işleyebiliyor. Bir STK’nın derdi ne zaman ki kamu gündeminden çıkıyor o zaman kamuoyu yaratmak için harcanan emek, bilgi üretiminin yerini alabiliyor.

Yani, bir grubun derdi ne kadar bir ülkenin derdi oluyorsa o konuya dair savunu da şekil ve içerik değiştiriyor; ancak hiçbir zaman da savunuculuk yok olmuyor, belki ölçeğini değiştiriyor. Örneğin birçok refah devletinde eğitimde fırsat eşitliği için STK’ların önceki yüzyılın başlarındaki ağırlıkla kullandıkları yöntem, eylem temelli savunuculuk iken; günümüzde bu amaç için çalışan STK’ların daha iyi politikalar için kanıt üreterek karar alma süreçlerine birebir katkıda bulunmaya çalıştığı görülüyor. Diğer yandan, bu ülkelerde hizmet veren çokuluslu şirketlerin gelişmekte olan ülkelerdeki operasyonlarında çocuk işçi kullanması hala büyük bir eylem konusu olabiliyor. Zaman değişiyor, dertler değişiyor, ancak savunuculuğun sivil toplumun doğasına içkin hali baki kalıyor.

Bu yöntemler arasından en doğrusunu seçmek ise kuruluşların stratejik yönetimi bakımından hayati önem taşıyor. STK’ların hedefledikleri etkiyi optimum düzeyde girdiyle üretebilmesi için öncelikle değişimin boyutunu belirlemesi ve bu değişimin boyutu ile orantılı bir yöntemi kullanması gerekiyor. Örneğin, halihazırda kamunun gündemindeki bir konu için örgütlenme çalışmaları fazla kaçabileceği gibi kamu gündeminden uzak bir konu için lobicilik çabaları da tamamen yersiz kalabiliyor. Bunun için paydaş analizi doğru yöntem seçiminde kritik bir öneme sahip. STK’nın değişim hedefine göre alandaki paydaşların pozisyonlarını ve bu değişimin gerçekleşmesi veya engellenmesindeki etki potansiyellerini analiz etmek, o STK’nın kimler ile birlikte, kimlere karşı, hangi savunu yöntemini, hangi yoğunlukta uygulayacağını belirlemesinde kolaylaştırıcı bir rol oynuyor. Aslında ne kadar eylemci olunursa olunsun, bilgi üretmeden savunuculuk olmuyor.

Son olarak analiz demişken, Türkiye’de de kullanımı artan kanıt veya bulgu temelli savunuculuğa değinmekte fayda var. Bu konu, uygulayıcı STK’ların son dönemde savunuyla kurduğu yeni ilişkiyi anlamak bakımından da önem taşıyor. Gelişmiş ülkeler, hükümetlerarası kuruluşlar ve uluslararası STK’ların politika geliştirme süreçlerinde kanıt temellilik giderek daha çok önem kazanan bir ön gereklilik haline geliyor. Bu tür politika savunuculuğunda karar alıcılara erişme gücünden ziyade önerilen politikaların bilimselliğine vurgu yapılıyor. Sivil toplum kuruluşlarının bir sorunu analiz edip çözüm üretme süreçlerinde baz aldıkları bilimsel temellilik ve oluşturabildikleri kanıt düzeyi, gerçekleştirdikleri müdahale programlarının ve verdikleri hizmetlerin yaygınlaşabilme potansiyelini de etkiliyor. Diğer bir ifadeyle, teori ile pratik, bilgi ile eylem arasındaki açık kapanmaya başlıyor. Bu tarz STK’lar, çözümüne odaklandıkları sorun için çözüm geliştirirken, yalnızca bir hizmet üretip onu belirli bir kitleye ulaştırmak ile sınırlı kalmıyor. Ürettikleri bu çözümlerin, ihtiyaç analizinden etki ölçümlemesine kadar bilgi üretim süreçlerini de yürüterek, daha geniş kitlelere uygulayabilecek güçte kuruluşlarca da replike edilmesini sağlayabiliyor. Böylece gündeme gelme evresini başarıyla tamamlamış dertlerin çözüm üretme aşamasına yönelik karar alma süreçlerinde STK’lar daha derin çözüm önerileri ile etkili olabiliyor.

Peki ne kanıttır, ne değildir? Kanıt oluşturabilmek için illa ki pozitivist yöntemler mi kullanılmalıdır? Kanıtlanamayan fayda değerinden kaybeder mi? Peki kanıt temelli savunu insan hakları, çocuk hakları gibi değerlere dayalı savunuculuğun değerini mi azaltır? Bunlar yükselen yeni savunuculuk trendlerini kullanan STK’ların teknokratlığa savrulmadan, saha ile bağlarını koparmadan fayda üretebilmeleri için kritik sorular. Kamunun çözüm gündemine girmeyi başarmış nice dertlerde bu soruları da ayrıntılı şekilde tartışmak dileğiyle…

[i] http://www.unicef.org/evaluation/files/Advocacy_Toolkit.pdf

[ii] Özörgüt ifadesi, faydalanıcıları ile kurucuları ve/veya katılımcıları aynı olan sivil toplum kuruluşlarını tanımlamak üzere kullanılmaktadır (bkn. “Gönüllü Kuruluşlarda Sivil Toplum Kültürü”, YADA (2010): http://tr.yada.org.tr/pdf/d74fb3e0cab68964840d915cbb98432f.pdf)

Burcu Gündüz

Üyelik Tarihi: 08 Eylül 2017
1 içerik
Yazarın Tüm Yazılarını Gör