“Halk”tan “Vatandaş”a: Vatandaşlık algısındaki dönüşümler

21 Ağustos 2016
Fuat Keyman ile “Vatandaşlık Araştırması” üzerine, toplumun vatandaşlık algısındaki dönüşümler ve başta 15 Temmuz olmak üzere araştırma sonuçlarının yansımaları üzerine konuştuk: Araştırma sonuçlarına göre vatandaşlık algısında “adam yerine konulalım” dan, “haklarım var”a geçilmiş. Türklük ve Müslümanlık hala güçlü, ama “haklar” onlara eşlik etmeye başlıyor. Öte yandan toplum ‘Kürt Sorunu’nda çözüme ikna, anadilde eğitim kabul görüyor. Darbeye […]

Fuat Keyman ile “Vatandaşlık Araştırması” üzerine, toplumun vatandaşlık algısındaki dönüşümler ve başta 15 Temmuz olmak üzere araştırma sonuçlarının yansımaları üzerine konuştuk: Araştırma sonuçlarına göre vatandaşlık algısında “adam yerine konulalım” dan, “haklarım var”a geçilmiş. Türklük ve Müslümanlık hala güçlü, ama “haklar” onlara eşlik etmeye başlıyor. Öte yandan toplum ‘Kürt Sorunu’nda çözüme ikna, anadilde eğitim kabul görüyor. Darbeye karşı insanları sokağa çıkaran temel faktör, kendi, bireyselci, sosyo-ekonomik muhasebeleri. Son yıllarda tüm dünyada sokak, meydan, park eylemleri güçleniyor. Sivil toplum ise bu eylemlerden zayıflayarak çıkıyor, çünkü küresel değişimin hızına yetişmekte zorlanıyor.

“Vatandaş” olmanın, aynı “millet” olmaktan farkı ne? Toplum vatandaşlığı dine mi, dile mi bağlıyor? Türkiye vatandaşı olmak Müslüman olmayı mı gerektirir? Eşitliğe ve farklılıklara bakış nasıl? Toplumun ne kadarı aktif vatandaş, ne kadarı pasif? İstanbul Politikalar Merkezi (İPM), Denge ve Denetleme Ağı (DDA) ve KONDA işbirliğiyle gerçekleştirilen “Vatandaşlık Araştırması” bu sorulara yanıt aramış.

Sahası bu yılın Mart ayında gerçekleştirilmiş araştırmanın en temel sonucu, vatandaşlarda, hakları ile ilgili önemli bir uyanış olduğu. Vatandaşlık tanımında ise toplumun %33’ü “ortak gelenekler ve kültür,” %36’sı “din birliği,” %9’u “dil birliği” , %22’si “herkesi bağlayan yasalar” ifadesini öne çıkarıyor. “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak için Türkçe konuşmak gerekir” önermesine toplumun %48’i katılmıyor. Yine toplumunun %55’i, Kürt kökenli vatandaşların anadillerinde eğitim görebilmelerini destekliyor. İyi vatandaş olma algısında, yardım, vergi ve seçimler öne çıkıyor. Öte yandan siyasete katılıma karşı önyargılar azalmış: siyasette aktif olmanın, vatandaşlık için önemli olmadığını düşünenler %33’de kalıyor. Araştırma, aktiflik düzeyi açısından 4 grup vatandaşlık kategorisi ortaya çıkarmış: pasif (%14), utangaç (%26) sorgulayan (%39), eyleme geçen (%21).

Temel sonuçlar bunlar. Hocam, bize ne anlatıyor bu veriler, nasıl yorumlamak gerekir?

Araştırma, hele de darbe girişimini de düşününce ilginç sonuçlar ortaya çıkardı. Hukuktan ziyade hak talebi öne çıkmış durumda. Ayrıca en önemli sonuçlardan biri çözüm sürecinin gerekliliğine, toplumun çözüm sürecine hazır olduğuna dair işaretler oldu. Örneğin anadilde eğitime hazır bir toplum ile karşılaştık. Sivil toplum, medya falan, bu konuya girip çözüm sürecini tartıştıkça, esasında toplumun demokrasiye yatkınlığı, sorunları bu şekilde çözme eğilimi daha da artıyor.

Darbe girişimine gelecek olursak, darbeye her kesim karşı çıktı. Anadolu’dan yeni orta sınıfların ortaya çıktığı görülüyordu, darbeye karşı duruşun bununla ilgilisi var. Esasında Erdoğan’ın çağrısından ziyade, bir maliyet hesabı da o akşam içgüdüsel olarak yapıldı ve darbe başarılı olsaydı sosyo-ekonomik maliyetin yüksek olacağı özellikle görülüyordu. O sebeple direkt olarak bu dinin vesairenin değil de bence, başından beri AK Parti “refah” falan dediği için, sosyo-ekonomik faktörün çok büyük önemi var. İlk vatandaşlık araştırmalarında şu öne çıkardı: “adam yerine koyulmak”. Oradan benim hakkım var, hastanede hakkım vara kadar gitmiş. Ama bunu hukuka veya eşit vatandaşlığa bağlamıyor. O yüzden de esasında burada, o anlamda biraz sekülerleşmiş ve Avrupalılaşmış, ben bu jargonları çok sevmem ama  bir anlamda neoliberal bireyselleşmiş bir vatandaşlık var. Ama onu hiçbir zaman bir adillik çerçevesinde, haksızlığa karşı mücadele gibi, Kürtlerin veya ötekinin hakkı gibi düşünmez. Saf bireyselleşme esasında. Hakların bireysel temelde düşünülmesi yani, ben mahkemeye giderim, ben hastaneye gittiğimde doktoru isterim artık gibi. Tekrar etmek gerekirse ilk yapılanlarda, vatandaşlıkla ilgili ilk çalışmalarda dignity (saygınlık) öne çıkıyordu, mesela adam yerine konmak falan. Hatta bu Ulus gazetesinin “vatandaş plajdan kaçtı halk plaja indi” başlığı zamanından çıkılmış diyebiliriz, ama buna karşın bir eşitliğe gitme durumu da yok. Öte yandan insanlar biraz da şunu düşünüyor yani anadilde eğitim olsa bir şey olmayacak, bunun bana dönen bir zararı olmayacak.

Orada da bireysel olarak düşünüyor yani, huzursuzluk sona ersin diyor değil mi?

Tabi tabi, düşünüldü yani niye böyle, çözülsün artık diye. Bu son 15 yılın dönüşümünde bu birey temelinde bir haklar değişimi olmuş.

Peki bu değişim nasıl olmuş?

Bunun nasıl olduğunu bu algı araştırmasıyla yanıtlamak zor. Türkiyelilik esasında, milliyetçilik falan olarak ortaya çıkabiliyor, ama hükümet bunları daha iyi yönettiği zaman aşırı milliyetçi olmaya falan gerek yok. Bu bireysellikte hani birazcık milliyetçilik yeter. Belki de AK Partinin, Erdoğan’ın gücü de oradan geliyor. Birazcık milliyetçilik burada, Kürt kardeşim sana da bu hakları kardeşim olarak veririm, ama sen örgütlenme. O yüzden eşitliğe doğru gidebilir, fakat aktiflikte, sosyal sermaye olarak değerlendirecek olursak, halen sorunlar var. Mesela, hala öteki ile olan yakınlık, uzaklık falan sorunlu. Biraz esasında İslamization’dan falan ziyade biraz daha neoliberal bireyselleşme görüyoruz. Artık o “adam yerine koyulma” biraz daha afaki kalmış;  daha çok “civil right” (sivil hak) diyor. Ancak, peki öbürünün de hakkı deyince, orada soru işaretleri oluyor.

Mesela Ankara’da bir hafta kaldım, 15 Temmuz sonrası. Ankara’da bütün laikler, Atatürkçüler, anti-Erdoğancılar, darbeye aşırı şekilde karşı durmuşlar.Korkmuşlar çünkü sabaha kadar ışıkları kapatmışlar, oturmuşlar. Işığı kapatıyorsun, bam bam bam bombalar, işgal oluyor gibi, parlamento mesela bombalandı. Herkesin tepkisini alıyor parlamentonun bombalanması hakikatten. 1980, hani parlamentoyu belli bir süre için lağvediyoruz çünkü güvenlik sorunu var filan diyor, ama bu herif bombalıyor, o zaman bir fark var diyor. O yüzden bence İngilizcedeki “ideation” (düşünce geliştirme) “value” (değer) gibi kavramlardan ziyade, bu sosyo-ekonomik cost analysis (maliyet analizi) daha etkili, çünkü 12 Eylül’le bunun arasındaki fark bence ilk kaybedeceklerin onlar olmasıydı. 80 darbesinde böyle bir tartışma yoktu toplumda, yani darbe olunca kaybederim kazanırım tartışması yoktu. Fakat bugün hakikaten Türkiye’nin geldiği noktada  sosyo-ekonomik anlamda bir kaybetme, bir maliyet hesabı yapıldı orada ve uzlaşmanın, sosyolojik olarak kullandığımız zamk unsurlarının, birleştirici unsurların ötesinde, 16 Temmuzda darbeyle uyanan bir Türkiye’deki benim yerimde otoriterleşme eğilimleri olabilir, bunun farkı maliyeti çok yüksek olur etkili oldu. Bence darbecilerin kaybettikleri en büyük şey de buydu.

Araştırma sonuçlarına göre vatandaşlık algısında din ve ortak kültür öne çıkmış. Dil zayıf çıkmış. Buradan millet ya da ırk etkisiz yorumuna varmak ne kadar doğru. Soru seçenekleri arasında millet uya da ırk yok zira. Araştırmalarda genellikle Türkiye vatandaşğı ile millet, ırk arasında bağ olduğunu görürüz. Bu değişti mi gerçekten yoksa soruyla mı ilgili bu sonuç?

Evet, Türklük o şekilde sorulmadı. Türklük dendiği zaman birisi Türklük anlıyor, diğeri Türkiyelilik anlıyor birisi düz kimlik anlıyor, bu yüzden o soruda yer verilmedi, ama başka bir yerde ırkçılık konu edildi.  Zaten şu anda Türkiye milleti veya Türkiyelilik gibi kavramlarda da dil birliği yok. Bu anlamda mesela şunu diyebiliriz ırk diyenler de esasında Kürtlerden diğerlerinden farklı bir Türklük düşünmüyor o anlamda.

Kürtleri de Türk sayan, Kürtçe konuşan Türkler olarak tarif edenler hala var ama.

Onu o şekilde görüyor. Fakat anadilde eğitim sorununun, Kürt sorununa barışçıl bir çözümün önünde bir engel olmadığı sonucu çıkmış oldu. Kutuplaşmanın çok arttığı otoriterleşmenin çok fazla tartışıldığı, siyasetten şiddete doğru kayıldığı bir ortamda araştırma yapıldığı halde bu hakların öne çıkması bence çok önemli oldu.

Vatandaşlık algısına tekrar dönecek olursak hem geçmişle hem batıyla karşılaştırdığımızda Türkiye vatandaşğının kurucu unsurlarını nasıl tarif ederiz?

3 tane unsur öne çıkıyor: Haklar, ırk ve din. Türklük, Müslümanlık ve haklar diye de söylenebilir. Adam yerine konulmak algısından haklara doğru geçiş var. İkincisi milliyetçiliğin güçlü olduğu, dinsel ve ırksal temelde bir milliyetçiliğin; fakat buna karşı bir hak alanının da genişlediği, dillerin de mesela çok belirleyici olmadığı bir açılım var diye çıkıyor. Bu hak alanı bireysel, kendi alanı. Esasında bunu bence şeyde de görüyoruz Türkler Kürtler Aleviler diye bakarsan bunların hepsinde aslında bir şey var: kimlik çok yükseliyor, kimlik yükselirken bu bir bireysellikle beraber gidiyor. Kimlik var, ama o pazarla tüketimle benim hakkımla ilgili bir şey. Eşit veyahut da aktif vatandaşlığa doğru kayan bir şey değil. Bunu tam yaşama sokanlar var biz onlara aktif vatandaşlar diyoruz. Bunu esasında yaşama sokmak isteyen düşünen fakat tam yapamayan utangaç vatandaşlar var bir de pasif vatandaşlar var.

Yeri gelmişken, o aktiflik değerlendirmesinde bir sorun var gibi: protestolara katılım şeklinde sorulmuş aktiflik. Mesela biz sahada yeni şuna denk geldik: gelir düzeyi görece düşük ve daha dindar olan kadınların siyaseten aktif olduğu haller var. AK Parti kadın kollarına gidiyor, belediyeye gidiyor ya da bölgedeki sivil bir faaliyete aslında seküler kadınlardan daha çok katılıyor, ama bu tür sorular onları aktif çıkarmıyor.

Bana göre sivil toplum en genel anlamda aktif vatandaş demek. Seçimden sonra eve gidip oturmak değil. Kendi küçük etrafından büyük etrafa, dünyaya kadar sorunlarla ilgilenen ona angaje olan, onlarla ilgili bir şey yapmak isteyenler aktif oluyor. O noktada aktif vatandaşlık biraz şöyle düşünüldü bu haklar özgürlüklerin, sorumlulukların ötesinde ne kadar belli kolektif etkinliklere, yapılara katılıyorsa sivil topluma doğru kayış oluyor. Benim kendi yaptığım diğer araştırmalara da bağlı olarak, bizim araştırmamız sonuçlarına göre de Türkiye eşit vatandaşlığa gidebilir fakat aktif vatandaş olmadı, yani sivil topluma katılımda sorunlar var diyebiliyoruz, çünkü aktif kısmı daha düşük çıktı.

Aktifliğin Türkiye’de düşük olduğuna ben de katılıyorum ama aktifliği ölçmede de sorun var demek istemiştim, protesto eylemlerine katılıyor musun diye sorduğunuzda, bu darbeye karşı sokağa çıkanların çoğu katılıyorum demez.

Demez. İşte o yüzden 15 Temmuz akşamı ve sonrasıyla ilgili düşünüldüğü zaman bizim tipolojideki pasif utangaçlar esasında en çok sokaklarda olanlardı.

15temmuz

Şunu düşünüyorum, o utangaç pasif dedikleriniz darbeden önce de kendi alanlarında aktiftiler, başka bir aktiflik tecrübeleri var, belki bu şekilde onu yakalayamıyoruz. Mesela İHH’nın, aktarıldığı kadarıyla 200 bine yakın gönüllüsü, 1 milyon üzerinde bağışçısı var. Şimdi onlara bu tür sorular sorduğunda muhtemelen katılmam derler.

Evet, bizim mesela diğer çalışmalarda bunu gördük,  çatışma çözümü ve uzlaşma alanında yaptığımız Türkiye’nin uzlaşma ve dış politika araştırmalarına baktığında esasında, burada mesela katılmam diyen bir sürü insanın, İHH dahil olmak üzere, bir sürü muhafazakar STK ile Afrika’da, Balibar’da falan gidip fiili olarak çalıştığını, katıldığını; gidip oradaki sağlık sektörünün gelişmesinde, oradaki yoksulluğun çözümünde katkı vermede çalışma yaptıklarını görüyoruz. Esasında onlar aktif vatandaşlar, fakat kendi ülkelerinde değiller, ama oradalar. Artı bunu aktif vatandaşlık olarak da görmüyorlar. Hayırseverlik görüyor bunu. Orada çok aktif. Bence bizim yaptığımız bu vatandaşlık temelinde zaten ilk kapsamlı algı araştırması, o yüzden de buradan mesela giderek daha da buna yoğunlaşması ve  kapsamının genişletilmesi lazım. Ama şunu bulmamız önemliydi uzun yıllar Türkiye modernleşmesi vatandaşlığı sadece sekülerlik, okumuşluk ve sistemde belli yere gelmişlikle ele aldı, merkez çevre  paradigması içinde. Esasında Türkiye’nin bugün geldiği noktada Türkiye’ye kimliklerin ötesinde vatandaşlık hakları ve özgürlükleri ile bakabiliriz.

Türkiye’nin bence bu darbe bağlamında da bu araştırmanın gösterdiği gibi, darbeyi de hazırlayan şey bu hukuk eşitlik temelinde yani ötekiyle ilişkide eşitlik temelinde sorunlar olması.  Bir, hukuk çok zayıfladı. İki, kutuplaşma çok yükseldi. Üç, bir parti çok güçlendi ama esasında darbeye çok açık hale geldiğini gördük. Fakat darbeyi örgütleyenler esasında askeriyeden, yargıdan, emniyetten, yani devletten geldiler. Bence haklarla hukuku birleştirmenin, haklarla hukuk temelinde eşit vatandaşlığı tesis etmenin Türkiye’nin kendini güçlü kılmasında ne kadar önemli olduğu ortaya çıkıyor.

Esasında laik, orta sınıf, Sünni bir kişi, Aleviden ve Kürtten daha birinci sınıf vatandaş biri oluyor mu? Orada aslında hakların geliştiği fakat hukukun bununla paralel gelişemediği bir boşluk var ve mesela o boşluk bence çözüm sürecini de etkiledi ama çözüm sürecinin başarılı olması o boşluğu doldurabilirdi. Bu darbe girişiminde gördüğümüz gibi yani seçimleri kazanabilirsiniz fakat böyle boşluklar olduğu zaman bütün yapıyı bu tür girişimlere kırılgan hale getirdiğiniz de ortaya çıkıyor. O yüzden bence biraz genel olmakla birlikte son on yılık bu dönüşümün en önemli sonuçlarından biri haklara doğru bir açılma fakat bu haklara doğru açılma ile hukukun birleşmesi gerekir.

Peki vatandaşın kendi algısında bu hukuk nosyonu var mı?

Yok, ama benim esasında genel vatandaşlıkla ilgili bütün dünyaya dair okumalarıma, karşılaştırmalarıma göre diğer ülkelerde de bu başlangıçta yok. Bu kurumlarla başlatılan bir şey. Batı tarihine de baktığımız zaman reform, rönesanstan başlayıp endüstri devriminden sonra buralara gelen uzun bir yapılaşmanın sorunu. Yüz yıllık bütün araştırmalar gösteriyor ki bu tür eşit vatandaşlığa dönük, insanların diğerlerine bakışındaki şeyler (ki Avrupa’da hala büyük sorunlar var, örneğin homofobi falan temelinde) kurumlarla desteklenen şeyler. Burada tabi bizim bu araştırmalarda her zaman söylenen şey var: siyasi partiler kanunu, seçim kanunu değişmeyen bir Türkiye’nin, bunları çözmesi çok mümkün değil. Yani yerel yönetimlerle ilgili bu desentralizasyonu ya da bu reformu yapamayan bir yapıda, herkesin merkez tarafından yönetildiği bir Türkiye’de, vatandaşların, haklar ve hukuku birleştirmesini bekleyemezsin. Türkiye’ye çok yakın gibi gözüken Fransa’ya baktığımız zaman Fransa anayasasının birinci maddesi, Fransa’nın yönetim yapısı adem-i merkeziyetçiliktir diye yazıyor. Aşırı merkeziyetçilik olan bir yerde vatandaşların hukuksal eşitlik temelinde bakmalarının çok da mümkün olduğunu söyleyemeyiz. Bu yüzden zihniyetle kurumsallaşmanın paralel gitmesi lazım. Bizim araştırmamız bir zihniyet eşiğinde olduğumuzu gösteriyor, ama sizin sorduğunuz soruya dönersek, hukuksal yapıyı sağlamazsan, vatandaşların hukuka güvenmesi zor olur, hukuka güvenmeyen bir vatandaşın farklı kimlikte olana güvenmesi de pek mümkün gözükmüyor.

Gidişat nasıl olur peki

Gidişat hızlı bir şekilde bizim bu araştırmada ve benim kendi okumalarımda da gördüğüm şey Türkiye’nin çok sıkışması; yani tek elden yönetilmesi, bu Türkiye’yi çok rahatsız eden bir şey. Bence çok daha çoğulcu daha ittifaklı daha birleştirici unsurların temelinde yapılan bir yönetim olması lazım. Onlar aşırı polarizasyona güvendiler ama yani esasında toplumun çok ciddi bir sorunla karşılaştığı zaman esasında polarize olmadığını gördük biz.

Son olarak biraz da sivil toplumla ilgili bir soru sormak istiyorum? 2000’den bu yana sivil toplum alanında birçok proje yapılıyor, kapasite geliştirme işleri yapılıyor ama gelinen yerden kimse pek de memnun değil. Sivil toplum neden gelişmiyor Türkiye’de?

Vallaha bu uzun bir konu, araştırmanın dışında da benim kafamı kurcalayan ve üzerine okuduğum ettiğim. Sadece dünyada değil pek çok yerde, bu gezi olaylarında da (çünkü gezi farklı yerlerde farklı isimlerle de meydan olsun park olsun yaşandı) görüldü, tüm bu temsili demokrasi krizi olması, bu tür hareketlerin ortaya çıkışı. Buna bir araştırma demokratik kopuş diyor. Tüm bunlar bir taraftan bu tür meydan hareketlerini ortaya çıkardı ama aynı zamanda sivil topluma da büyük bir olumsuz etkisi oldu. Sivil toplum bugünkü dünyanın hızına, bugünkü dünyanın sorunlarına tam yanıt veremiyor. Bunun darbeden veya Türkiye’deki otoriterleşmeden bağımsız olarak, bütün bu dönüşümlerle ilgisi var. O yüzden şunu söyleyebiliyorsun gezi hareketinden sonra sivil toplumun güçlenmesini değil zayıflamasını gördük. Sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde bu modernitenin ve demokrasinin krizi var. Esasında sivil toplum demokrasiyi varsayan bir şey, ama demokrasi krizi olduğunda kendisi de krize giriyor. Bu aşırı otoriterleşmelerin dünyanın her yerinde sivil topluma negatif etki ettiğini de görüyoruz; o yüzden mesela buna karşı mücadele Ukrayna’da mesela Maidan olarak görüldü, Atina’da sokaklarda görüldü, Amerika’da Wall Street’te görüldü, Türkiye’de gezide görüldü, Mısırda Tahrir’de görüldü filan. Yani bu anlamda demokrasi ekonomi bağlamında dünyanın içinde yaşamış olduğu, 11 Eylül ve 2000 sonrası, 2008’de yaşadığı krizin de bir etkisi var, bu yüzden bence bugünkü dünyada sivil toplumun kendisini de tekrar düşünmesi ve yeniden yapılandırması gerekiyor. Belki de var olan yapısıyla bunu götüremeyecek, spontan şeylerin daha öne çıktığı, belki daha esnek olan yapılanmalara ihtiyaç var; mesela düşünce kuruluşları daha ön plana çıkabilir diye düşünüyorum. Sivil toplumda da mesela bizim yaptığımız araştırmalarda geçmişte devletin demokratik olmaması bir engeldi, fakat şimdi devletin demokratik olmasının ötesine geçildi. Avrupa Birliği falan bunlarla ilgili şeyler oldu ama bunların dışında sivil toplumda da biraz belki de dışsal yapıdan dışarıda bu hıza karşı kendisini nasıl örgütleyebilir onu düşünmeli.

Yani güncel toplumsal ihtiyaçlarına sivil toplum yetişemiyor mi diyorsunuz?

Evet yetişemiyor. Darbenin de mesela başarılı olamamasının en önemli nedenlerinden biri bence vatandaşlığın haklar temelinde ilerlemesi. Türkiye’nin, yani bizim ilk araştırmaları yaptığımız zamanlardan bu güne kadar da büyük farklılık var, yüzde yetmiş oranında kentlileşmesi ve bu kentliliğin de Anadolu’dan başlayarak gelmesi bunda etken. O yüzden yani 1980 darbesi de merkez çevre paradigmasına göre merkezi kazanırsam tamamdır oldu. 2016 darbe girişimi ise çevre kentleştiği için kazanamadı.

Çok teşekkürler.

Ulaş Tol

Üyelik Tarihi: 02 Ocak 2017
22 içerik
Yazarın Tüm Yazılarını Gör